8 Ocak 1990 Pazartesi

Polis dediğin; hırsızı, kaçakçıyı gözünden tanır.

1990 yılı, tam hatırlamadığım bir tarihteki yaz gecesi..

Efenim, kafam bozulduğunda benim bir karton kutum vardı, içine şarabımı, çerezimi koyar, Beşiktaş'tan Ortaköy'e yürür; köprü ayağının yakınındaki parka  ya da Ortaköy sahilde balıkçı barakalarına gider kendi halimde demlenirdim, balıkçılarla rastlaşırsak da beraber şarabımızı paylaşır dertleşirdik. Bir gün moralim sıfır, yine aldım kutumu gecenin körü yürüyorum. Bu sefer köprünün ayağına gideyim dedim. Dedim ama Ortaköy Karakolu önünden geçerken kapıdaki polis, elinde de kocaman bir tüfek; “Genç, gel bakiim buraya!” dedi. Gittim yanına, “Nereye böyle?” dedi. Ben de aynen anlattım, “Bakın dedim, benim bir kutum var, her kafam bozulduğunda içine şarabımı, çerezimi koyarım, köprünün ayağının oraya gider demlenirim” dedim. Polis de “dolaşmayacaksın bu saatte!” dedi. Henüz gencim ya, şaşırdım: “Neden?” dedim. “Bu saatte sadece hırsızlar ve kaçakçılar dolaşır dışarıda!” dedi. Ben de “E peki sen arıyorsun o zaman dışarda?” dedim. Polis şaşırdı ve “Ne demek ne arıyorum dışarıda, görmüyorsun? Karakolun önünde nöbet bekliyorum!” dedi. “İyi de, sen biraz önce bu saatte sadece hırsızlar ve kaçakçılar dolaşır demedin mi? Hırsız mısın, kaçakçı mısın?” dedim. Polis sinirlendi ve “Bela mısın be yürü git!” dedi. Ben de “Neden bela olayım yahu ben zaten yürüyordum, sen beni durdurdun” dedim. Baktım ortam gerginleşiyor, “Zaten yürüyen birini önce kabalıkla durdurup, sonra da 'yürü lan ' deyince daha hızlı gidilmez ki” düşüncesini içimde tutarak devam ettim, ama bi yandan da rahatlamadım değil...