24 Aralık 2011 Cumartesi

"Yol"suzluk

Tahminen 2011 Aralık ayı sonları bir cumartesi günü... Yaşadıklarımdan dellenip kendimce isyan bayrağını açıp Ayvalık Kaymakamı'na elden götürdüğüm ve Cunda ve Ayvalık halkına birer birer dağıttığım yüzlerce düğün davetiyesinden sonra yaşadığım tacizler artmaya başlamıştı, tacizler arttıkça ben de inadına sokağa karışmaya başlamıştım... Cumartesi pazarının kalabalığı arasından sıyrılarak gazetemi aldım, Zeytindalı'na oturup adaçayımı söyledim keyifle okumaya daldım... Bir süre sonra yakın bir masadan gelen telsiz sesleri dikkatimi çekmeye başladı. Arada kafamı kaldırıp baktığımda bolca küfürlü sataşmalarla "bize mi bakıyo" diye söylenen polisleri gördüm. Bir of çekip rahat rahat gazetemi okumak için sandalyemi başka bir yöne çevirip sesleri duymamaya çalıştım ki masama tanımadığım birisi oturdu ve oturduğu gibi "Bu orospu çocuklarına ben izin verdim" dedi... Kahvedeki gürültü azaldı ve başlar bizim tarafa döndü... "Anlamadım?" dedim. Pazarcıları gösterip yüksek sesle tekrar etti "bu orospu çocuklarına burada barınabilmeleri için ben izin verdim" dedi... Yıllar önce olmuş Cunda'da Kürtlere yönelik linci kastettiğini anladım... "Şimdi bu adama eril zihniyetin bir hastalık olduğunu, ırkçılığı, cinsiyetçiliği, ayrımcılığı nasıl izah edeyim, nasıl olsa ne desem anlamayacak" diye düşünerek, muhabbeti kısa kesmek istedim. Selam sabahsız ve büyük bir özgüvenle masama oturduğu için önce tanışmak istedim ve "Merhaba, sen Allah mısın? Tanıştığımıza memnun oldum" diyerek elimi uzattım ama elbette Allah'a diğer soracaklarımı ya değilse diye içimde tuttum. Şaşırarak "Haşa, kulum" dedi. "Peki... Kul, kula izin verebilir mi?" diye sordum. Önce bir suskunluk oldu, sonra "Adım Serhad, anlamı nedir biliyor musun?" diye sordu. "Evet biliyorum, sınır boyu" dedim. Karşı masadaki telsiz sesleri aklıma başımdan geçen bir hikayeyi düşürdü ben de Serhad ile ve izleyen herkesle paylaşmak istedim... "Bak Serhad" dedim. "Ben burada emekli bir zabıta memuru ile tanıştım. Hikayesi çok ilginç... Bir akdeniz ilinde zabıta olarak çalışıyorken, rüşvet almadığı için diğer mesai arkadaşlarından ve amirlerinden gördüğü baskı yüzünden emekliye ayrılmış. Buraya yerleşerek ikramiyesi ile kendine ufak bir bar açmış. Ruhsat alabilmek için de polise işi düşmüş. 5 polis memuru da Cunda'nın en pahalı restoranında tıka basa tıkındıkları bir yemek ısmarlattıktan sonra vermiş ruhsatını... Madem ki adın Serhad, madem ki sınır boyusun, madem ki buralar senden sorulur git onlarla uğraş" dedim... Kahvede gerginlikle beraber gülüşmeler de arttı. Telsizlerin sahipleri rahatsız olduğundan mı bilemem, uzaklaştı, ben de huzurla gazetemde yarım kalan makaleme geri döndüm. Tam o sırada Serhad ayağa kalktı ve elini uzatarak "Dilerim Türkiye Cumhuriyeti için adın gibi uğurlu olursun!" dedi. İçimden "Tuttuğunuz yol, yol değil! Yemişim cumhuriyetini, insan olun insan!" demek geçti ama uzatılan el geri çevrilmez, "Teşekkür ederim" dedim.

10 Ekim 2011 Pazartesi

Felsefeyi sever misiniz?

2011 Ekim ya da Kasım aylarından bir gün...

Tam İskender'in son birkaç günkü açıklamalarını okuyup okuyup dellenmiştim ki, bir farkettim cüzdanım yine kayıp... Yapacak birşey yok, yine önce fotoğrafçı, sonra muhtarlık,  nüfüs müdürlüğü, trafik şube, merkez karakol ve jandarma arasındaki maraton başlayacak...

Ayvalığa gidip fotoğraf işini hallettim, adaya dönüp muhtarımdan belgemi aldım, nüfüs müdürlüğüne girdim. Bankodaki görevli ile sohbet ederek nüfüs cüzdanını çıkartıyoruz. Ben diyorum "bu fahiş ücret, cezalandırma niye? bana imzalattığınız ve beni suçlayan dile sahip olan kağıt niye? insan dalgın olabilir, binbir türlü hal olabilir, parası olmayabilir". Görevli kişi sakince sorularımı yanıtlıyor, bir problemimiz yok. Ses tonundan kendisinin de söylediklerine tam ikna olmadığını yakalıyorum ama bu benim problemimi çözmüyor elbette. Arada sırada bekleyen diğer Ayvalıklılar da lafa karışıyor ve şikayetlerini dile getiriyor. En sevdiğim ortam, sakince dile gelen şikayetler, tartışma, itiraz... Tam bu sırada daha önceki ziyaretimde asabiyetini belli eden şef ayağa kalkıp lafa karışıyor sinirli sinirli : "Sen şimdi bedava mı yaptıracan bu işleri? Elbette kaybettiysen ödeyecen. Çok bilmiş!" benzeri birşeyler söyledi. Ben de "Felsefeyi sever misiniz? Luther? Machiavelli?" diye sordum şefe... Ardından da "zaten vatandaş hep versin, malını versin, parasını versin, hatta askere gitsin canını versin" dedim. Şef de "gitmeyecen de napacan?" dedi. "Valla ben gitmedim." dedim. Bu sırada işlemler bitti, trafik şubeye gittim. Karakolun önü de olsa ne olur ne olmaz diye kaskımı motora şifreli küçük bir zincir ile kilitledim.

İçeri girdim, ehliyeti kaybettiğimi söyledim. Tam dilekçe yazmaya hazırlanıyordum ki, -tahminim önceki deneyimlerden sonra (t1 ve t2)- bu sefer bana matbu bir form uzattılar. Üstünde basılmış olarak "Ehliyetimi kaybettiğimden yeniden çıkartılmasını arz ederim" yazıyordu. Formu gülümseyerek aldım, doldurup önce Ayvalık merkez karakolunda, sonra jandarmada; kendi bölgelerinde bulunamadığına dair imzalattım. Tekrar trafik şubeye dönüp, matbu formdaki "arz" kelimesinin üstünü çizip yerine "rica" yazarak bankoya uzattım. Ehliyetimi almak üzere geri geldiğimde bu konuyu tartışmak isteyen başka bir filozof çıkarsa diye...

2 Ağustos 2011 Salı

Aaaah, ah Brazil !

Hastane dönüşü yorgunluğu ve karmaşık ruh halinin dalgınlığıyla, cüzdanımı ve dolayısıyla kimliğim ile ehliyetimi kaybetmenin, beni Brazil adlı filmin kült bir yeniden çekimi içine sürükleyeceğini inanın ben de tahmin edemezdim... Sabah kalkıp hasta sevdicekle kahvaltı yaptıktan sonra, ilk iş taksi durağına gittim. Durumu anlattım, kapıları açtı, taksinin heryerine baktı, bulamadı. Temiz insanlar, güven sorunum yok; "herhalde evde ya da kapının önünde düşmüştür" dedim. Eve geldim, evi araştırdım, evde yok... Kapının önüne çıktım sokağı araştırdım yok. "Burda komşular, böyle şey yapmaz" diye düşünüp, boşver dedim. Kullandığım çok eski buzdolabı, sürekli buz yaptığından bi gün delirip "9.5 hafta" modeli buzları sinirden bıçakla kırarken buzluğu delip ozon tabakasının delinmesine katkı sağladığımdan, yeni buzdolabı almam gerekmişti. Ama artık biliyorsunuz senetle taksit yapan beyaz eşyacı yok. Ancak kredi kartı... Ama banka da beni ayrı bir hikayede delirttiğinden kırmıştım kartı. Mecburen annemin kredi kartı ile aldık. Sonra harcamayayım diyerekten 2 taksit karşılığı fazladan 600 lira çekmiştim anneye vermek için.O gitti, sağlık olsun. Demek ki alan kişinin benden daha çok ihtiyacı varmış.

Neyse, birkaç gün sonra ise, kimliksiz ya da ehliyetsiz olmanın; devlet nezdinde daha çok canı sıkılacak kişi olmasını bildiğimden gidip şunları çıkartayım dedim. Önce bi Ayvalık'a, nüfüs müdürlüğüne gittim. Bana kimliğimi ibraz edebileceğim bir belge var mı diye sordular. "Ya" dedim, "adada kime sorsanız tanırlar". Gönülden daha iyi belge mi olur, değil mi? "O vakit sizin muhtardan belge almanız lazım" dedi bankodaki görevli kibarca. Ne yapalım yapacak birşey yok. Tekrar adaya döndüm. Gittim muhtara, dünya tatlısı insan. Devlet içinde, askeri okuldan arkadaşlarım haricinde en çok sevdiğim insan. Bir o, bir diğer mahallenin muhtarı Sermet Amca, bir de kaymakamlıktaki felsefe mezunu müdüre hanım...

Oturdum muhtara durumu anlattım. "Fotoğraf var mı?" dedi. "Yahu" dedim, "fotoğrafa ne gerek var, senin imzan yetmiyor mu? ". Gülümsedi ve, "ya ne yazık ki fotoğraflı olması lazım, kabul etmezler nüfüs idaresinden" dedi. Muhtarıma kızamam, "peki" dedim, tekrar Ayvalık'a gittim, fotoğraf çektirdim, parası çok tutmadı, o yüzden fazla sinirlenmedim... Tekrar muhtara geldim, oturdum. Fotoğrafı aldı ve "T.C. kimlik numaran kaç?" diye sordu. "Muhtarım" dedim, "kaybettiğim kimliğin numarasını nasıl bileyim?... üzerinde yazıyordu. deli miyim ben? kaç hanelik rakamı niye ezberliyeyim?". Muhtarım dedi ki, "ama numara lazım". Ben de "yahu, adresimden, doğum yerimden, nüfüsa kayıtlı olduğum yerden filan ulaşamaz mısın?". "Hayır" dedi muhtar. Şimdi gel sen 25 yıllık bilgisayar programcısına böyle bir cevap ver. Tabii muhtarıma kızamadım, ama onu bir yazılımsız bırakan devlet hakkındaki "düşünce"lerimi tahmin etmek zor değil... ."Tamam muhtar dedim, ben evi arayıp sorar öğrenirim" dedim ki içeri biri kadın biri erkek iki kişi girdi.

Boş iki koltuğa oturdular, muhtarla selamlaştılar, anladığım üzere önceden tanışıyorlardı ve erkek olanı hemen söze girdi. "... isimli şahsın bize adres bilgisi lazım.". Şaşkınlıkla önce sağıma soluma, sonra da bacaklarıma baktım. Yerli yerimde duruyorum. Bir an bir tek ben mi kendi kendimi görüyorum diye şüpheye düştüm ama sonra toparladım. Bu bir rüya değil, ben zaten o mekanda o anda vardım. "Pardon!" diyerek araya girdim "Bizim işimiz henüz bitmemişti!" diyerek "şahsın" dikkatini çektim. Nedenini tam anlamadım ama bana biraz ters ters baktı. Ben eve telefon edip numarayı kaydettiğim yeri anlatırken, şahıs fırsatı bulduğu için tekrar araya girdi. Ben üstüste iki gün bela yeter diyerek sustum, bekledim.

Şahıslar çıkıp gitti. Muhtar mahçup bir gülümseme ile, "onlar sürekli gelirler, polis" dedi. Ben de "banane kimse kim! Görünmez miyim burada? İnsan işi acil bile olsa nezaketen 'pardon biz polisiz işimiz acil, izin verir misiniz?' diye bir sorar" dedim. Muhtar birşey demedi ama onaylandığımı hissettim, iyi geldi.

Belgeyi aldım, nüfus idaresine gittim. Sıra numaramı aldım, bankoda işlemler hallolurken şef gibi biri dikkatimi çekti. Biraz huysuz gibi geldi. Çalışanlara sert davranıyordu, vatandaşları alanen aşağılıyordu filan. Uyuz oldum ama bugünlük bela yeter dedim. İş bitti, bankodaki görevli "69 lira" dedi.  "Neee!" dedim. "Çok değil mi?". "Değiştirken 5 lira ama kaybedince öyle". Bir de acaip bir kağıt imzalattılar, keşke atmayaydım. Devlet dili ve edebiyatına alışkınım ama, fenaydı doğrusu... Tekrar yüksek sesle söylendim, "Bu ne ya? Çok pahalı değil mi?". Şef duydu ve bir nutuk girişine başlamıştı ki hemen topukladım.

Trafik şubeye gittim. Dilekçe istediler. "Ehliyetimi kaybettiğimden yeniden çıkartılmasını rica ederim" diye dilekçemi yazdım. Polis memuru, bu dilekçeyi önce Ayvalık merkez karakola, sonra jandarmaya götürmeniz lazım dedi. "Nasıl yani? Niye ki? Ehliyeti burdan vermiyor musunuz?" dedim. Memur, "polis ve jandarma bölgeleri ayrı... Her ikisi için de ayrı ayrı kendi bölgelerinde bulunmadığına dair onaylatmanız lazım" dedi. "Nasıl yani?" dedim. "Bilgisayarlar süs mü? İki dakikalık iş için beni bir oraya bir buraya gönderiyorlar, üstüne yok vergi, yok ceza, yok damga" diye düşünürken daha fazla delirmemek için içimi çektim.

Ayvalık merkeze gittim. Karakoldan içeri girdim, onaylatma işini yaparken memurla sohbet ederken mesleğimi öğrenince excelde bişi gösterdim, çıktım. Jandarma'nın önüne motoru parkedip içeri girdim. Girişteki askere durumu anlattım. Asker bir oraya bir buraya dolaştı, ama bu işle görevli olan kişinin kim olduğunu bulamadı. Biraz bekledim geldi, kim olduğunu öğrenmiş. "Benimle gelin" dedi. Çıktık beraber, dolaşıyoruz ismini öğrendiği assubay izinli imiş. Bu sefer beraber dolaşıp o yokken kimin görevli olduğunu öğrenmeye çalıştık. Bir assubay ne olduğunu öğrenmek için çıktı, sonra kendi imzaladı. Asker beni tekrar aşağı bırakırken, "saçmalık bunlar, bitse de kurtulsam" dedi. Tam çıkıp motora yaklaştım ki, belediye işçileri kaldırımda dinlenirken, motorun üstüne çay koymuş içiyor. Biraz motorsiklet muhabbeti yaptık, çay ikram ettiler, teşekkür ettim. Tam kaskımı giydim yukardan nöbetçi asker "buraya park yasak" dedi. Ben de "zaten gidiyordum ki, bir dahaki sefere tekrar söylersin" dedim.

Trafik şubeye vardım. Onaylatılmış dilekçeyi uzatıp işlemleri başlattım...

1 Ağustos 2011 Pazartesi

Kimliğimi kaybettim hükümsüzdür.

2011, yaz sonu ya da sonbahar başları, gecenin bir körü

Sevdiceğim hastalandı, acile gittik beraber. Karnında acaip bi ağrı, duvarları yumrukluyor, dövünüyor ve canı çok yanıyor yüzünden belli. Ara sıra böbreği taş yapıyor, bu yüzden şehir şekebe suyunu kullanımıyor, aklıma hemen bu durum geliyor.. Ama hoş zaten su nerde, harika bir belediyemiz ve başkanımız var, yazın suyu bulan cennetlik... Su bulmak imkansız yaz oldu mu bizim evde sabah 7'de su kesilir gece 2 gibi gelirse gelir.." Bu yüzden olamaz, zaten hep sucudan satın alıyoruz mecburen, kireç ve klor içemeyeceğimize göre.." diye düşünüyorum. Sonra aklıma plajdan enfeksiyon kapma ihtimali geliyor... Eski adı  "Mis kokulu ada" anlamına gelen "Moshonisi"nin "Bok kokulu ada"ya dönüştüren taşan kanalizasyonları onarmak ya da değiştirmek hiç başkanın görevi olur mu? Hem biz Ayvalık'ta gayet ekolojik yaşıyoruz. Yazları 500 bin nüfusun dışkısı olduğu gibi denize veriliyor. Ayvalık'ın sanayisi ile övünüyor başkan ve kaymakam. Sanayi atıkları tabii buharlaştığı için biz de gönül rahatlığı ile yüzüyoruz işte o denizde... Arıtma tesisi mi? O ne yahu? Zaten arıtma tesisi yapan oldu mu da belediye başkanı başka partiden diye devlet sorun çıkartıyor. Kafam bulanıyor... Ama hak vermiyor da değilim, kolay mı koca başkan olmak! Başkan dediğin kişinin daha önemli işleri illaki vardır elbette... Başkan versin hoparlörlerden tüm Ayvalık'a, çevre belde ve köylerine İstiklal Marşı'nı, versin ramazanlarda iftar öncesi dini müzikleri, versin ezanı, versin ipe sapa gelmez anonsları. Yollar çukur içindeymiş, belediye esnaftan sadece 2 ay iş yapan avuç içi kadar yere onbinlerce işgaliye parası alıyormuş, bok içinde yüzüyormuşuz, koku almış yürümüş.... Sorun mu yahu bunlar? İki marş, üç anons yeter de artar insan olana, değil mi?...

Neyse hikaye karıştı, delilik dediğin böyle bişi işte... Taksi çağırdık, şöför tanıdık, "geçmiş olsun" dedi "ben sizi yetiştirim" diye ekledi ve sağolsun sarsmadan hızlı bi şekilde devlet hastanesine vardık. Yaz günü, yazlık yerde acilde tek doktor, acil ana baba günü... Sevdiceğimin canı çok yanıyor, benim de içim... Ama orası acil herkesin derdi acil demek ki... Yapacak bir şey yok bekleyeceğiz. Sonunda sıra geldi, Doktor" neyin var" dedi, sevdicek ağrıyan yeri gösterdi. Doktor "ne olabilir?" dedi, sevdiceğin canı bezmiş zaten hafiften sinirlenmeye başladı "ne bileyim ben, doktor sensin. ama yardımcı olacaksa ara ara taş yapıyor böbrek" dedi. Doktor "serum takıp, ağrı kesici iğne vurun" dedi. Sevdiceğin gözünü gördüm böyle uzaylı gibi ışıklar çıkacak nerdeyse, o derece delirdi. Benim nöronlar sinirlenmeye karşı biraz daha bağışıklı ama sevdicek henüz genç, tecrübe az tabii. "Nasıl yani? Tahlil yapmadan nerden biliyorsun hastalığımı? Ya başka bir şey varsa? Ya apandisitim patladıysa? Öldürecek misin beni?" diye kükredi sevdicek. Doktor kızdı, "çok biliyorsan gelme hastaneye" manasına gelen bişiler söyledi. Ortamı yatıştırmaya çalıştım, olay kavgaya varırsa sevdiceğin canı zaten yanıyor, süre geçiyor, kavganın acıya faydası yok...

Ortam yatıştı, doktor tahlile gönderdi ama sevdiceğin yürüyecek hali yok... Örneği aldım verdim tahlile bekliyoruz. Ama sevdicek acıdan ve sinirden dellendi, yanardağ gibi püskürmeye başladı yatıştırmanın mümkünü yok, haklı da... "Ya aklım almıyor, diyor. Nasıl doktor bu, süpermen mi tahlil yapmadan içimi mi görebiliyor? Aklıma hakim olamıyorum". Yatıştırmaya çalışıyorum ama kendi söylediğime ben de inanmıyorum ki... "Bak güzel sevgilim, diyorum. Şu an yaz, kalabalık, burda nüfüs en az on katına çıktı. Doktor nüfüsu ise aynı. Yapacak bir şey yok ki". "Banane yahu" dedi sevgili... "Bu insanlar buraya aniden sürpriz partiye mi geldi? Burası yazlık yer değil mi? Nüfüsun yaz aylarında on katına çıkacağı zaten önceden belli değil mi?" diye haykırdı, herkes bize bakıyor... Cevapları ben de biliyorum ve bunu sevdicekle değil, İskender ile konuşmak istiyorum, "ona buna horozlanıp, ha babam silahlanacağına, yaşatmaya harcasana kaynaklarını" diyecem ama bize düşen genelde nerde kaba saba insan varsa onlar oluyor..Laftan da pek anlamıyorlar doğrusu... Herkes bir ülkenin yöneticisi gibi kibar, karşısındakini dinleyen, sorununu anlayan ve çözen bir yaklaşımla gelmiyor ki!... İç geçiriyorum... Yapacak bişi yok elbette. Ama sevdiceği yatıştırmak da lazım ve diyorum ki : "Sevdicek, bak burası bir şey değil, sen bir de İstanbul'daki, doğudaki hastanelerin halini gör.". Hatta "halimize şükretmemiz lazım" diye eklemeyi düşünüyorum da içimdeki diğer ses "niye lan? derviş miyiz biz hep çile hep çile" diye susturuyor ilk iç sesimi. Ara ara öyle kendi kendime konuşup, susturuyorum kendimi mecburen, alıştım artık.. Başka türlü ağzımı ne zaman açsam bela geliveriyor tahmin edersiniz. Bir de başkasına hiç "lan" demem, bi tek kendime derim, yani tüm terbiyesizliğim sadece kendime...

Tahlil sonucu geliyor. Enfeksiyon çıkıyor sonuç. Sevdicek doktora sinirli sinirli bakıyor ama bişi demiyor, gözleri zaten anlatıyor durumu. Düşünsenize, yanlış ilaç yüzünden hem varolan hastalığı tedavi olmayacak, enfeksiyon ilerleyecek; hem gereksiz bir ilaç kullanıp vücuduna yabancı madde alacak; hem de acısı, tedavi olmadığı için kat kat artacak... "Neyse, şanslıymışız, ucuz atlattık" diye düşünüyorum.

Hastanede staj yapan erkek bir öğrenci ile arada muhabbet ediyoruz, sağolsun elinden geldiğince yardımcı oldu, iyi davrandı. Dışarıda sigara içerken sohbete devam ettik... "Akrabanız mı?" diye sordu. "Hayır, sevgilim" diye cevap verdim. "Alışık değiliz biz böyle şeylere" dedi. Hem evli olmamamıza, hem de aradaki yaş farkına şaşkınlığını anladım ama zaten canım sıkkın, hem de kendine benden başka "biz" diye hitap eden biriyle karşılaşmanın sevinciyle, karmakarışık duygularla kısa kestim ve kendisine olan saygısına saygısızlık yapmamak adına "Alışırsınız!" diyerek vedalaştım, taksi çağırdım. Arkadaş sağolsun sizi eve bırakırım diye teklif etti ama sohbetin uzayacağını hissettiğimden ve tüm yaşadıklarımızdan sonra didaktik olma gücünü kendimde bulamadığımdan kibarca reddedip taksiye atladık.

Eve vardık, cüzdanı çıkartıp ücreti ödedim. Sevdiceğin koluna girdim yavaş yavaş merdivenleri çıktık...Bir iki saat sonra cüzdanımın yerinde olmadığını farkettim. "Hay şu dikkatsizliğime ve dalgınlığıma!" diye içimden söylendim, ama yorgun olduğumu ve aramaya mecalim kalmadığını farkettim. "Sabah bulurum nasılolsa, burası küçük yer, bişi olmaz" diye düşündüm ve sevdiceğin acısı azalınca uykuya daldık...

Köpek eşcinselliği, esnaf tedirginliği ve olası cinayet sebepleri

Tarihini tam hatırlayamadığım 2011 yazında bir gün...

Emre adada yine tezgah açmıştı, kendi ürettiği bileklikleri ve ufak hediyelik eşyaları satıyordu ve bir yandan dövme yapıyordu. Sık sık yaptığım gibi, bir gün yanına uğrayayım dedim ki, peşime "Paşa" takıldı. Paşa, bembeyaz erkek bir köpek, derisinde bazı rahatsızlıkları var ama Aysel sorunlarıyla ilgileniyor ve iyileşmek üzere... Ara sıra yoldan geçenlere havlaması dışında çok eğlenceli bir canlı ve tam bir sevgi arsızı... Bazen Aysel, Paşa'yı dükkanına getiriyor ve çevre esnaf içinden bazı rahatsız insanlar türlü türlü uyduruk sebeplerle Paşa'yı bahane ederek Aysel'in sinirlerini bozuyor. Halbuki gören göz esas sebepleri anlayabiliyor: Kendi işi ile ilgilenmeyen, hatalarını farketmeyip düzeltmeyen, ekonomik sorunlarını yabancı gördüğü ama işini başarılı yapan bir kadını düşman belleyen, hasetlik ve kıskançlık içinde bir zihniyete sahip bir kaç insan... "Düşmanın bile ahlaklısı çıksın insanın karşısına" diye düşünerek yoluma devam ettim... Tezgahın yakınlarında bir de "Hektor"u gördüm. Hektor da sevimli simsiyah erkek bir köpek, Cunda esnafından bir kaç kişi sahiplenmiş, karnını doyuruyor... Her iki köpek de kendilerine takılan güç sembolü adları taşıyamayacak kadar arkadaş canlısı varlıklar.. Emre ile selamlaştık, bana bir tabure uzattı, çay ikram etti ve tam sohbet açıldı ki, Hektor ve Paşa bir kaç metre ötemizde, kalabalığın tam ortasında yerlerde yuvarlanmaya, oynaşmaya başladılar. Öyle güzel bir manzara ki, seyretmeye doyamazsınız... "Kalbi taş olanın kalbi yumuşar ve tüm dertlerini unutur" diye düşündüm ve doğanın tüm güzelliğini o iki güzel varlıkta bizlere sunduğunu hissederek derin bir nefes çektim....

Paşa tekrar yanıma geldi. Ben de doğal olarak sevdim arkadaşımın güzel kafasını ve bedenini... Ama nedenini anlayamadığım acaip ve ağır bir hava var etrafta,  tedirginlik ise dizboyu... "Yuri yine durdun durdun, bilmeden kendini belanın tam ortasına attın" diye düşünerek bahtsızlığıma hayıflandım.  Soru soran gözlerle Emre'ye baktım ve ben Paşa'nın kafasını severken yutkunarak usulce durumu anlattı. Hektor'u sahiplenen iki esnaftan birisi Paşa için "Bu köpek buraya bir daha gelmeyecek, kan çıkar" demiş, diğeri de "Bana ters ters bakıyor" diyerek "cinayet sebebi" olarak göstermiş. Tabii bilirsiniz bu tür durumlar öyle ayışığında birer kadeh şarap içelim havasında olmuyor, Emre'nin bayağı bir canı sıkılmış.. Üstelik bu ağır abilerden birisi de emekli astsubay. Zaten gidip gelmekte olan aklım tutuldu, zaman yine durdu kafamın içinde... "Hangi akıldan, hangi kalpten, hangi vicdandan böylesine kötülük yayılabilir ki?" diye sordum kendi kendime sessizce...   Hayvansever gibi gözüken insanlar, başka bir hayvanın sadece varlığı yüzünden, hem bir insanı hem de bir hayvanı öldürmekle tehdit ediyor... Dahası Hektor ve Paşa iyi arkadaşlar. Ama Hektor'un sahibi olduğunu iddia eden kişiler, ikisinin de erkek olmasından ve sevimli yaratıkların birbirlerine yakın davranmalarından hoşlanmıyor... Bir an, tüm Türkiye'nin toplumsal bilinçaltının bu adada konsantre olarak keşfedilmeyi beklediğinden kuşkulandım, içimde kopan fırtınaları ise dile dökebilmemin imkanı yok. Öfkelendiğim anların büyük hata olduğunu biliyorum çünkü herkesi kafamda aynılaştırma gafletine düşebiliyorum, ama ben de insanım be arkadaş! Adada yaşayan birçok balıkçının kazançlarını sokak hayvanları ile paylaştığını, bir çok esnafın yemek artıklarını sokak hayvanlarına dağıttığını, adada parmakla gösterilecek kadar az sayıda da olsa sürekli yaşayan birkaç eşcinsel olduğunu, Ayvalık'ta tanıştığım altın kalpli iki emekli astsubayı hatırlayarak ve yanıma gelen Hektor'u dakikalarca severek yenmeye çalıştım öfkemi...

22 Mayıs 2011 Pazar

Dikkat dikkat! Ukraynalı bilim adamı kaybolmuştur.

22 Mayıs 2011

Yine parasız zamanlarımız. Bir de doğum günüm. Sevdicekle eğleşiyoruz, ama bi tuhaflık var. "Üzgünüm, hiç param yok... Sana hediye alamadım" dedi. Ben de "üzülme yahu, ne olacak, benim doğum günü ile işim olmaz ki zaten" dedim. Üzüntüsünü hissettim ama pek neşelendiremedim. Sonra öğleden sonra "ben bi yere gidicem, bi kaç saat sonra gelirim" dedi. Ben "dur nereye?" dedim ama dinletemedim, "Sen gelme, tek başıma dolaşmak istiyorum" dedi. Şimdi biz sevdicekle tencereyle kapak gibiyizdir genelde... Yapışık ikiz misali, pek ayrılmıyoz zorunluluk yoksa. O yüzden üzüldüm, "niye gitti?, nereye gitti? neden beni yanında istemedi?" diye düşüne düşüne bakakaldım ardından..

Sonra sevdicek aradı. "Saat 5 gibi balkona çık" dedi. "Niye?" diye soramadan kapattı. İçimden "Allah, Allah?" diye geçirdim ve doğum günüm ile zayıf da olsa bir bağlantı kurdum. Merakla yarım saat öncesinden çıktım balkona; en ufak sesi, hareketliliği izlemeye çalıştım, çatlak yarim neler karıştırıyor anlayabilmek için...

Sürekli cep telefonunun saatine bakıyorum, saat tam 5 oldu. Heyecanım had safhada... Bir dakika filan sonra Ayvalık Belediye Başkanı'nın halkımıza tek hizmeti olan ve dünyada başka örneği olmayan hoparlörden tüm beldelere İstiklal Marşı yayını başladı. Marş boyunca derin düşüncelere daldım. Ayvalık'ta olmanın bana verdiği George Orwell'in 1984 romanında yaşıyormuş hissini düşündüm.  Sonra  içimden, Mehmet Akif Ersoy'un "Allah bu millete bir daha İstiklal Marşı yazdırmasın" lafı geçti. "Acaba başkan bu lafın ne anlama geldiğini biliyor mudur?" diye de hayıflandım. Deli miyim neyim, insan doğumgününde böyle şeyler düşünür mü? Ama yedi yıl boyunca her an aynı şeyi yaşayınca insan biraz deliriyor. Düşünsenize her cuma ve pazar, o gün doğum gününüz bile olsa, saat beşte evde hapissiniz. Tanıdıklarınızı, arkadaşlarınızı Ayvalık'a davet ettiğinizde önce uyarıyorsunuz "bakın burda böyle böyle bir durum var, karşılaşırsanız durun, saldırırlar, taciz ederler" diye. İnsanlar tatile mi gelmişler, korku tüneline mi girmişler anlayamıyorlar. Artık kimseyi davet etmiyorum, bu acaip hallerden dolayı. Kazara yolda yürüseniz, duymasanız, birşey yiyorken ayağa kalkmasanız, ya da her ne yapıyorsanız ona devam etseniz, size nefretle bakan yüzlerce çift göz ve "Burası küçük ergenekon lan!", "hain bunlar!" diye bağıran insanlar.... Hayatında ilk defa Ayvalık'a gelmiş, ve bilmediği için marş yayını sırasında yürüdüğü için taşlanmış, dövülerek denize atılmış insanların buralarda gururla anlatılan hikayeleri... Bir kere beni kaymakam çağırmıştı, davetini kabul etmemiştim. Keşke gitseymişim. Gidip anlatsaymışım. Önce sinirimi boşaltmak için kendi kendime içimden "lan sanane, sana mı dert?" diye kızıp, sonra da kaymakama nazikçe "Kaymakam bey! Bayrak kanununu bilir misiniz?" diye lafa girseymişim... "İstiklal Marşı'nda, sadece bayrak töreni sırasında, bando eşliğinde ayağa kalkılır. O da, bayrakla göz teması sağlandığında zorunludur. Yani bayrak töreninin yapıldığı yerin bir arka sokağında bile zorunluluk yoktur." deseymişim. "Bu yaptığınız suçtur, hele hele hiç bir kanuni zorunluluğu yokken ayağa kalkmayanlara 'hain' demek, laf atmak, hele hele saldırmak daha ağır suçtur. Saldırıya uğrayanları, baskı ve zulüm ile karşılaşanları korumak, kollamak senin görevin. Sen buranın en yetkili amirisin. Gerekiyorsa mahalle baskısı ile karşılaşanın yanında oturup, laf atanlarla konuşacaksın ikna edeceksin, 'Hak haktır, şok edici olsa da haktır, senin yaptığın yanlıştır' diyeceksin. Hadi güçsüze, makamsıza, mazluma zorbalık yapıyorlar. Ama sana zorbalık yapmaya kimse cesaret edebilir mi? Ben korkabilirim sıradan insanım; ama sen kaymakamsın, korkmayacaksın! Tabii en güzeli karşılıklı ikna, en doğrusu da böyle saçma bir uygulamayı kaldırmak. Delirtme beni" diye ekleyebilseydim. Daha önce harp okulundan bir kaç devre arkadaşıma anlattım Ayvalık'taki bu halleri. Adamlar binbaşı, yarbay olmuş, yakında ya emekli ya amiral olacaklar... "Oha be! Nazi Almanya'sında bile böyle uygulamalar yoktu. Delirmiş mi bunlar?" dediler. Ben koskoca kaymakama, koskoca belediye başkanına deli diyemem, çekinirim. Subay arkadaşlarım dedi, bende yalan yok... Daha bir çok düşünce geçti içimden... Ama bilirsiniz, düşünceyi sadece içinde tutmak serbest, dışarıya salmak suç bu ülkede...

Doğum günüm zehir olmasın diye kendimi toplamaya çalıştım ki; İstiklal Marşı bitti ve hemen ardından "Dikkat Dikkat!" diye billur bir ses duydum belediye hoparlörlerinden. "Anaaa, bu benim sevdicek be!" diye geçirdim içimden hem şaşkınlıkla, hem de çocuk gibi sevinerek... "Ukraynalı bir bilim adamı kaybolmuştur. Türkçe bilmediği için şimdi Ukraynaca bir anons yapacağım" diye devam etti dünyanın en güzel sesi... Sonra "yuri diyojen, yuri diyojen" dediğini duyunca suratıma bir gülümseme yapıştı ve devamını anlayamadığım bir dilde birşeyler söyledi. Çok güzel hissettim, içim sıcacık oldu ve balkonda kendi kendime gülmeye başladım, "kendi kendine gülene deli derler" lafını da hatırlayarak... Binbir türlü şey düşündüm, "çatlak sevdicek, nasıl başardın da belediyedeki o mikrofonun başına geçip, böyle bi anons yaptın, deli misin?" dedim içimden, cevabını bilerek...

Sevdicek eve döndü, kucakladım, sarıldım ve "sevgilim ne dedin sen?" dedim. "İyi ki doğdun sevgilim!" demiş. Belediyede yaklaşık bir saat türlü türlü doğaçlama hikayeler ile ikna etmiş ordaki çalışanları. Önce gitmiş, bankodaki görevliye anlatmış, ordan anons yapan görevliye göndermişler.. "Ukrayna'dan bir bilim adamı geldi misafirim olarak, biraz değişik bir insan, şimdi kayboldu muhakkak bulmam lazım" demiş telaşlı bir şekilde. "Sorun değil, anons yaparız" demiş ve "bir kağıda ne dememizi istiyorsanız yazıp verin" diye eklemiş görevli... Sevdicek de "хорошо что ты родился, любов мой !" gibi birşey yazıp vermiş. Görevli bir kağıda bir sevdiceğe bakıp, "Bu nece?" diye sormuş. "Nece olacak, bilim adamı Ukraynalı, Ukraynaca elbette" demiş sevdicek... Görevli, "Türkçe dışında bir dil ile anons yapamayız. Daha önce böyle birşey olmadı Ayvalık'ta" demiş. Sevdicek de "İyi de adam Ukraynalı, Türkçe bilmiyor ki" demiş. Günlerden Pazar, başkan belediyede değil. Görevli "başkana sormak lazım" diyerek telefonu almış eline.  Sevdicek de, "ya adam rahat rahat ailesiyle tatil yapıyor, bütün hafta çalışmış. Şimdi arasan bile telefonu açar mı hiç?" demiş. Görevli, "ama başka dilde anons için başkanın onayı gerekli" diyerek aramış ve başkana ulaşamamış. Sonra  "Diyelim ki anons yaptık ama bunu kim okuyacak, ben doğru düzgün Türkçe bile zor okuyorum" diye gülümseyerek eklemiş. Sevdicek "sorun değil, ben fuarlarda çalışmıştım, nasıl anons yapılır biliyorum" demiş. Sonra bir on dakika kadar görevli ile, Ukraynaca anonsun başında Türkçe olarak ne diyeceklerini tartışmışlar.

Sevdiceğe sordum, "Ukraynaca ne alaka?" diye. "Olur da Rusça bilen çıkarsa diye o an uydurdum" dedi. Güldüm... Benim sevdicek de değişik bir insan. Rusça'yı çocukluktan itibaren çok seviyormuş, alfabesini ve temel bazı cümleleri de ergenlik zamanında harçlığı ile bir Rusça seti satın alıp kendi kendine öğrenmiş. Annesi cep telefonunu karıştırıyor diye telefon defterini ve telefon dilini Rusça'ya çevirmiş.

Çok düşündüm sonra, sevdicek bu hikayeleri niye uydurmuş olabilir diye. Sonra gün boyunca binbirtürlü saçma anons yapıldığı halde, içinde sevgi  barındırdığından "doğum günün kutlu olsun sevgilim" diye anons yapmayacaklarını bildiğinden olsa gerek diye karar kıldım. Daha sonra da sevdicekle aklımıza şu geldi, "Ya  Sarmısaklı'da tatil yapan Rus turistler anonsu duyup votka manyağı olduktan sonra 'biz de arkadaşımızın doğum gününü kutluycaz!' diye belediye kapılarına dayanırsa!"

Benim sevdiceğin doğum günü nisan ayı sonlarında. Bu yıl geçti.. Ben güzel bir hediyenin altında kalamam. Artık 2012 nisanına elimden ne gelirse yaparım. Sen aşk nedir bilir misin kaymakam?

1 Ocak 2011 Cumartesi

Mahalle baskısı

2011 yılbaşı olsa gerek...

Sevdicekle beraber içmeyi seviyoruz ama Ayvalık'ta pek fazla mekanlara gidesimiz olmuyor. Gidersek de zaten sahipleri veya çalışanları ile arkadaş olduğumuz mekanlara gidiyoruz. Neyse, işte bu sefer değişiklik yapıp yılbaşını dışarda kutlayalım dedik. Sahiplerini sevdiğimiz bir mekana gittik, burada yaşayan 7-8 arkadaş daha da var ortamda, belli ki güzel vakit geçireceğiz.

Ellerine sağlık, çok güzel yemekler yapmışlar afiyetle yedik, keyfimiz gıcır, biraz sarhoş da olmaya başlayınca sevdicekle arada birbirimize minik buseler konduruyoruz, sarmaş dolaş eğleşiyoruz. Beraber masada oturduğumuz herkesi tanıyorum, hepsi ayrı ayrı sevdiğim insanlar ama ortamda daha çok bir iş yemeği ya da Münir Nurettin Selçuk konseri havası var. Bir rahatsızlık hissediyorum ama kafam alkolden çok güzel olduğu için aldırmamaya çalışıyorum... Arada arkadaşlarımdan bir tanesi hafiften taşlayan bir ses tonuyla, "Sizin eviniz yok mu? Evinize gitsenize" dedi. İçimden "Yahu, zaten bu kasaba hayatının ipe sapa gelmez mahalle baskısından bunalmışız, şurada yılbaşı akşamı, birbirine aşık iki insan üstelik sarhoş ve kendilerini arkadaşlarının yanında rahat hissediyorlar. Yılbaşında bile rahat yok sanırım" diye geçirerek düşüncemi tuttum kılcal damarlarımın arasında ve döndüm arkadaşıma gülümseyerek "Sizin eviniz yok mu? Gidin evinizde kös kös oturun!" dedim. Sonra sevdicekle hem müzikten, hem sigara içememekten sıkıldık arka tarafta ayrı bir bölümde olan tuvaletin oraya gittik içkilerimizi de alarak, rahat rahat istediğimiz gibi eğlenmeye başladık. Konu konuyu açtı, gevezeliğimiz üzerimizde sürekli gülüyoruz... O sırada Zeki geldi. İlginç bir insandır, kendi kendine bir sürü müzik aleti çalmayı öğrenmiş zamanında. Ud, ney, tambur, binbir türlü marifet... Yanında da udu vardı, başladı çalmaya, sesi de pek güzel... Bildiğimiz kadarıyla eşlik ettik neşeyle. Bir süre sonra mekanda sıkılan herkes doldu yanımıza, doyasıya eğlendik mekan içinde açtığımız yeni mekanda...

Sonra birara içeri girdik. Ama aşk dediğin şey zaman mekan tanımıyor ki... Mekan sahibi arkadaşım geldi yanımıza. Dünya tatlısı bir kadın. Ama yüzünden bir problem olduğu anlaşılıyor. "Yuri, biraz rahat dursanız olur mu? Karşı masada defterdar var, rahatsız oluyor" dedi... Düştüğü zor durumu anladığım  ve "Şimdi bu gıcık adam, saçma bahaneler ile mekana zorluk çıkartır" diye düşündüğüm için kırmak istemedim kendisini. İçimden "Ne alaka? Defterdar ise kendi defterini dürsün. Ona ne? İnsanlara karışma hakkını nereden alıyor? Robot muyuz biz? Hasta ederler insanı bu ülkede" diye geçti fakat arıza çıkarmamak için bir şey demedim. Arkadaşım yanımdan uzaklaştığında,  defterdarın duyabileceği bir ses düzeyinde "Aaaaaa, devlet öpüşmeye de mi vergi koymuş? Yakında bunlar bizi düdükleyerek tahsilat yapmaya da kalkar" diye dökülüverdi sözler dudaklarımdan. "Sağolasın, sen bizi güldürdün, Allah da seni güldürsün" diye düşünerek gülümsedim defterdara...