18 Haziran 2012 Pazartesi

Asosyal Güvenlik Kurumu

Dün acilde doktorun söylediği üzere, ayrıntılı bir kan tahlili yaptırabilmek için önce SGK'daki problemi halletmemiz gerekiyordu. Kan tahlili yapmak için de bilirsiniz, aç kalmak lazım. Aç karnına önce SGK'nın yerini bulduk, güvenlik bizi buyur etti, sıra numarası verdi ve oturduk.. Önümüzde sadece iki kişi vardı ama sıra bir türlü ilerlemiyordu. Sevdicek de hem hasta hem aç karnına, hem de regl ağrısı çekiyor, haliyle biraz huysuzdu, hem de hastaneye geç kalırsak muayeneye yetişemeyecektik. Gişedeki görevli, sıradaki kişiyle konuşup, içerideki bir masaya gidip dakikalarca gelmiyordu. Sinirim bozuldu ama sakince bankoya ilerleyip, "bakın burada iki güvenlik görevlisi var ama gişede sadece bir kişi var, daha hızlı olamaz mısınız?" diye sordum. Gişe görevlisi gülümseyerek sakince "sistemler biraz yavaş" diye cevap verdi, içeride masada oturan amir ters ters baktı. Yerime geçtim...

Sıra bize geldi, gişeye gittim, kimliğimi uzatıp "Bakın ben şu an işsizlik sigortası alıyorum ve 30 Haziran'da sona eriyor. Ama hastanede sigortam gözükmedi" dedim. Çok muhlis ve babacan tavırları olan gişe görevlisi, "bir bakalım" dedi, içerideki masaya geçti, beni de yanına davet etti. Beş dakika sonra yazıcıdan çıkarttığı dökümü bana gösterdi. İşsizlik sigortam iki yıl önce bitmiş gözüküyordu. Adını hatırlayamadığım için "Muhlis Bey" olarak adlandıracağım görevliye durumu izah etmeye başladım. "Bakın Muhlis Bey, bu bilgi doğru ama eksik. Patronum beni bir kere işten çıkardı, işsizlik sigortasına hak kazandım. Sonra işsizlik sigortam henüz devam ederken tekrar işe aldı, sonra tekrar işten çıkardı. Ve şu anda tekrar işsizlik maaşı alıyorum" dedim. Gülümsedi ve "Ama bizim kayıtlarda gözükmüyor" dedi. Bendeki nörönlar yavaş yavaş aralarındaki iletişimi hızlandırmaya başladılar, ama Muhlis Bey'e nasıl kızabilirim ki?

Muhlis Bey, yan masadaki amirini gösterdi, bankonun içine girdim, amirin masasına oturdum. Son derece ciddi suratı ve mimikleri ile döküme baktı ve beni azarlar bir ses tonu ile, "İşkur'dan bize belge getirmeniz gerekli" dedi. Bir yandan gözüm sevdicekte, hem halsiz hem huysuz hem hasta... Öfkemi içimde tutarak, "bakın, kimliğim burada. Yalan söyleyecek halim yok. Ayvalık'ta İşkur yok, Edremit'e ya da Altınova'ya niye gideyim? Ayrıca hata size ait. Hem eşim hasta ve acilen tahlil yaptırmamız gerekiyor. İşsizlik sigortası aldığıma göre paramız olmadığını da tahmin edebilirsiniz." dedim. Amir telefonla bir yeri aradı ve telefona çıkan kişiye "Burada bir vatandaşın işsizlik sigortası aldığı tezi var" dedi... "Tez" lafını duyunca bende film koptu. İnsanların bilmediği kelimeleri kullanmasına tahammül edemiyorum ne yazık ki. "Benim istediğim sadece sentez!" dedim. Amir köpürdü ve "Ben ne yalancılar gördüm, belge getirmeden olmaz!" dedi. Ben de "yanımda taşımam gereken tek belge bu kimlik değil mi? Hani e-devlet vardı? Zaten olan e-devlet de devletin kendisi gibi. Ufacık bir bilgiye ulaşmak için çay demlenir o sürede.  Hem vatandaş sizin getir götür işlerinizi mi yapacak? Kimi arayacaksan ara, çöz bu problemi" dedim. O sırada Muhlis bey söze girdi ve "Zaten bu bilgisayarlar hiç çalışmıyor, kimse de ilgilenmiyor" dedi. Amir daha da köpürdü ve beni kovarak üst kattaki şefe yönlendirdi.

Şefe durumu izah ettim. Yapabileceği birşey olmadığını söyledi. "Devlet niye var?" diye sordum şefe... "Sistem böyle, sizin keyfinize göre hareket edemeyiz" dedi. "Yahu ne keyfi, acile gitmemiz gerekli, beni kendi hatanız yüzünden başka bir ilçeye kağıt almak için gönderiyorsunuz" dedim. "Nerden bileyim doğru söylediğini, ben neler gördüm" dedi. "Yahu esas olan beyandır. Siz benim beyanıma göre hareket etmelisiniz, daha sonra yalan söylediğimi tespit ederseniz de işlem başlatırsınız" dedim. Bir türlü senteze gelemedik, tekrar aşağıya indim.

Sevdicek olaya şahit olduğundan iyice sinirleri bozuldu, eve gittik. Evde telaşla belge ararken, İşkur'un PTT aracılığı ile gönderdiği paranın alındı belgesini buldum. Tek başıma tekrar SGK'ya gittim. Güvenlik karşıladı yine ve durumu kendilerine anlattım. Aklı başında insanlardı ve beni tekrar amire götürdüler. Amire gösterdim belgeyi ve dedim ki "Bakın dedim, üstünde gönderen olarak İşkur, açıklamada da işsizlik ödeneği yazıyor. Tarihi de bu ay başı. Sizdeki kayıtlarda ise 2 yıl önce bitmiş gözüküyor. İşkur bana hayrına para gönderecek değil ya alın size belge, kayıtlarınızı düzeltin" dedim. Amir "hayır işkurdan belge getirmen gerekiyor" dedi. Ben de "yahu İşkur daha önce bana bir kere belge vermişti, ama imzalı mühürlü birşey değil ki, işkurun web sitesinden bastırdığı, resmi geçerliliği olmayan bir kağıt veriyor. Aynı işi buradan siz de yapabilirsiniz, Edremit'e gitmeme ne gerek var? Hem eşim hasta, acilden sonra buraya geldik, geç kaldığımız için hastalığı ağırlaşsa vicdanın hiç mi sızlamayacak?" diye sordum. Sinirli bir şekilde "Güvenlik!" diye bağırdı ve "Alın bunu şefe götürün" dedi.İçimden "Yıllarca beraber çalıştığın insanın adını bile bilme, güvenlik diye bağır anca sen" diye geçirerek insan gibi insan olan güvenlik ile beraber asansöre bindik. Güvenlik "hakkını aramadan olmuyor işte" dedi ve asansörün aydınlatması bozuk olduğu için karanlıkta üst kata çıktık. "Asansör yeni tamir edilmişti ama aydınlatma yine bozuldu" diye ekledi.

Şefin karşısına tekrar oturdum. PTT'nin verdiği alındı belgesini gösterdim. Aynı şeyleri anlattım. Bu sefer şef de biraz daha sinirliydi. "Düştüğümüz hale bak, bu bir devlet kurumu, oturmuş kuralları, uygulamaları var" dedi. "Yahu dedim, bir web sitesinden döküm almak için neden Edremit'e gideyim? Hangi çağda yaşıyoruz? Bu devlet insanı delirtir! Neden eğer sistemde bir yanlışlık varsa düzeltmezsiniz? Tekrar etmemesi için önlem almazsınız? Hem siz bakıp bastıramaz mısınız lütfen?" diye sordum. Şef bilgisayarına döndü ve Google'ı açtı. "Ne yapacağız?" diye sordu. Yutkundum. "Yahu siz şef değil misiniz? İşkur yazın Google'a" dedim. Şef, İşkur'un sitesini açtı ve "Burdan nereye gireceğiz?" diye sordu. İçimden "Hay senin gibi şefe, sana eğitim ve makam veren devlete..." diye başlayan fikirler geçti ama içimde tuttum. "Boşverin, bari bana Balıkesir İşkur'un numarasını verin bir zahmet, bir telefon numarası almak için 20 km tekrar eve git-gel yapmayayım" diye rica ettim. Şef söylenerek telefon numarasını verdi. Aşağı kata indim, Balıkesir İşkur'u arayarak, amirin duyacağı ses tonuyla yüksek sesle konuşmaya başladım. Telefondaki kişinin adı da tesadüf, amirin adı ile aynı çıktı. Kimlik numaramı sordu, söyledim. "Kusura bakmayın, onbinde bir meydana gelen bir hata var, o da sizin başınıza gelmiş, bir faks numarası verin belgeyi göndereyim" dedi. "Neden ben? Neden diğer 9,999 insan değil de ben?" diye düşünerek güvenliğe sordum ve  "bak keramet isimde değilmiş, isimler aynı ama davranış farklı" dedim, gülümsedi ve faks numarasını öğrenip söyledi. Telefondaki kibar beye "bana insan gibi davrandığınız için teşekkür ederim" dedim sesimi amire duyurarak... Her iki güvenlik de kıs kıs gülerek bana yer gösterdi, oturup faksın gelmesini bekledim. On dakika sonra faks geldi, amir beni tekrar güvenlik ile şefe elimde bir form ile gönderdi. Şefe "zaten sizde olan bilgileri neden tekrar bana bir form ile dolturtuyorsunuz?" diye sordum, ters ters baktı. Aşağı inip formu amire verdim, "biz girişi yaparız artık siz gidin" dedi ve arka kapıdan binanın dışına çıktı, arkasından da şef takip etti...

Saatime baktım, henüz mesai saati. Güvenliğe dönüp "kardeşim, bak benim daha işim bitmedi, buradan sigorta kapsamında olduğumu ispatlayan bir kağıt alıp hastaneye götürmem gerekli. Bir zahmet, çık dışarı, mesai saatinde sigara içen amiri çağır buraya işimi bitirsin" dedim. Güvenlik sırıtarak çıktı dışarı, amir tıpış tıpış gelip işimi halletti, gülümseyerek teşekkür ettim amire...

Dışarı çıkarken yüksek sesle her iki güvenliğe de "SGK'nın sosyal'i gitmiş, güvenliği kalmış. Her ikinize de teşekkür ederim" dedim, güvenlik görevlilerinin gülümseyen yüzlerine...

17 Haziran 2012 Pazar

Gölge et başka ihsan istemem

Haziran ayının sanırım ikinci yarısında bir gün....

Geçen yıl sevdiceğin gazı ile Şubat ayında eğlenceli bir hikaye ile ilk kez denize girdik ama bu yaz henüz hiç denize gitmemiştik. Açılışı yapalım dedik ve kafamıza da güneş geçmesin diye akşamüstü 6 gibi yola çıktık. Yol alt tarafı altı-yedi kilometre, 3 kilometresi asfalt, ama toprak yol yer yer yarım metre derinliği bulan çukurlar ve kum tepeleri ile dolu... Çukurlar sevgili Sabancı ailesinden yadigar... Sağolsunlar parayla gaspettikleri kültürel varlığı konuta dönüştürürken, kolum kalınlığında elektrik kabloları döşediler ve koca kamyonları ile yolu delik deşik ettiler. Ama haklarını yememek lazım, yurtdışında izleyicisi çok olan canavar kamyon yarışlarını Ayvalık'a bedelsiz getirerek halka hizmet de ettiler. Artık şantiye şefi kamyon şöförlerine "burası tabakhane, yetişecek bok var" talimatı filan mı verdi bilmiyorum, iki yıl boyunca bolca tozlarını yuttuk. Ayvalıklıların ve Cundalıların aynı yolda, toz kaldırıp rahatsız etmeyelim diye birilerini gördüğünde yavaşlaması ne kadar insanca ise, devasa bir sürü kamyonun son sürat toprak yolda üstünüze gelmesi üstelik el kol hareketi, selektör gibi uyaranları "daha fazla toz ve korku mu istiyorsun?" diye anlayıp gaza abanıp dibinizden süratle geçmesi o kadar düşmancaydı... Plazalarda beyaz yakalıları afili mekanlarda oryantasyona sokmaya benzemiyor elbette; kamyon şöförlerine "insan gibi sür" demek, Sabancı da haklı tabii kendince...  Üstüne belediyenin yol kenarlarına döktüğü kumlar da kaymaklı ekmek kadayıfı olmuş... Bu yıl açılışı yapılan Zeytin Müzesi için gelen Midilli valisi, Balıkesir valisi ve milletvekillerine rezil olmamak amaçlı olsa gerek; belediye utancından yol kenarlarına "çalışıyoruz" izlenimi vermek için döktüğü ama asla dokunmadığı kum tepeleri ile adrenalin bağımlıları için pist hazırlamıştı. Biz iki ayarsız değerini bilemedik tabii. Fakat bizim aradığımız adrenalin dolu bir off-road macerası değil, sadece o güzelim koyda içimiz dışımıza çıkmadan yol alabilmekti...

Neyse.... Paramız olmadığı için "birinci deniz beyi"nin mekanını geçtik, "ikinci deniz beyi"nin mekanına gelmeden önceki arada boş bulduğumuz bir yerde durduk. Birinci deniz beyinin mekanı iki sene önce oturduğumuz plastik masa ve dandik şemsiye için 20 lira istemişti, ikinci deniz beyinin mekanı da zaten ödeyemeyeceğimiz kadar pahalıydı... "Oh ne ala memleket, dere beyleri akarsuyun başını tutmuş, suyu satıyor, fabrikaları ve madenleri ile kirletiyor, baraj yapıyor, halkı susuz bırakıyor ya da zehirli suya mahkum ediyor... Deniz beyleri de kıyıları tutmuş, devlet göstermelik kıyı kanununu bile uygulayamıyor, burası benim diyen, sanki o doğa güzelliğini kendisi yaratmış gibi, kafasına göre dandik bi şemsiyenin gölgesini satıyor" diye düşündüm... Devlet zanneder ki ben hep ters bir insanım. İskender gelse bir gün "Gölge etme başka ihsan istemem" değil, "Gölge et başka ihsan istemem" diyeceğim kafamıza güneş geçmesin diye, ama yine de çekiniyor gelmeye... Böyle dalgın dalgın düşünürken bir baktım sevdiceğin beti benzi attı ve midesinin bulandığını söyledi. Bozuk yoldan ve sıcaktan olduğunu düşünerek "denize girelim, serinlersen belki iyi gelir" dedim ve azcık deniz içinde ilerledik, sevdicek midesinde ne varsa boşalttı, ve hem ağzından hem burnundan kan gelmeye başladı. Hemen kıyıya döndük sevdicek yere yığıldı, kendinden geçti... Telaştan ne yapacağımı şaşırdım. İkinci deniz beyine gittim ve durumu anlatarak motorsiklet ile baygın sevdiceği götüreyemeceğimi söyleyerek yardım talep ettim ve bir arkadaşımızı arayarak değirmenin oraya arabasıyla gelmesini rica ettim. Deniz beyi vicdanlı insanmış, bir çalışanına söyledi ve araba ile sevdiceği değirmenin olduğu kavşağa kadar bıraktı çalışan... Otobüs durağının yanında indik, bizi bırakan adama teşekkür ediyordum ki, sevdicek kaldırım kenarında yere yığıldı tekrar... Hemen o sırada bir araç durdu ve iki kişi indi, "biz jandarmayız, kaza mı oldu? İsterseniz hastaneye bırakalım" dediler. "Güneş çarptı sanırım, arkadaşımız arabasıyla gelmek üzere, teşekkür ederim" dedim, o esnada arkadaşımız geldi. Alelacele hastaneye yetiştik.

 Acil servis, geçen seferki maceramıza göre biraz daha iyi durumdaydı, gözetim altına alınan kişiler için bir oda daha açılmıştı, nispeten temizdi ve çalışanlar güleryüzlü idi. Şaşırdım... Kayıt yaptırırken, bir sosyal güvencemiz olmadığı ortaya çıktı, şaşırmadım. İşsizlik sigortamın olduğunu anlattım, bana bir kağıt imzalattılar ve yarın muhakkak SGK'dan bu kağıdı götürüp başka bir kağıt almam gerektiğini tembih ettiler, zaten imzaladığım kağıtta aksi halde tüm masrafları karşılamam gerektiği yazıyordu. Sinirim bozuldu ama önemsemedim...

 Doktor ile sohbet ederken, sevdiceğin sıcağa ve güneşe hassas olduğunu, özellikle yazları çabuk yorulduğunu anlatıp "neden olabilir?" diye sordum, psikolojik olabileceğini söyledi... "Tamam tüm Ayvalık bizi deli diye biliyor ama güneş de psikolojimizi bozmuyor ki, delileri güneş hiç mi çarpmaz?" diye düşündüm ama bu sefer arıza yaşamadan şurdan çıkalım diye içimde tuttum yine... Çok az vakit geçtikten sonra Ayvalık'tan tanıştığım bir veteriner, arkadaşını getirdi, yatağa yatırıp oksijen verip serum bağladılar. Sonra öğrendim ki, stres yaşadığında kalbinin ritmi bozuluyormuş. Doktor da, psikolojik diye ilgilenmemiş. Yaşadığım ülkeden tekrar utandım. "Önüne gelen psikiyatrist olmuş. Sebep ne olursa olsun, kalbinin ritmi bozulmuşsa, burası acil servis değil mi?... Senin işin hastayı gözetim altında tutmak ve problemi gidermek değil mi?" diye düşündüm... O sırada sinirli arkadaş vücüduna bağlı hortumları söktü ve söylenerek gitti.

Bir kaç saat içinde sevdicek kendine geldi, güleryüzlü hemşireye teşekkür ettik ve eve döndük..

14 Nisan 2012 Cumartesi

Ay Işığı Manastırı'nı üçüncü ziyaret

Sabah, kurduğum saatin sesi ile uyandım ve çevik haraketlerle giyindim. Ay Işığı Manastırı açılış kokteyline geç kalmamak için acele ederek heyecanlı ve hızlı adımlarla yokuştan aşağı indim... Pastaneden üç poğaça alıp Taş Kahve'ye oturdum ve bir duble çay söyledim. Bir yandan gazete okurken, yavaş yavaş gelen konukları ve hazırlıkları seyre daldım. Öğrencilik yıllarında, yeni bir sosyal çevreye girmek isteyen çömez birinci sınıf taktiğini uygulayarak, okumakta olduğum bir kitabı, oturduğum masanın biraz uç bir köşesine, gelen geçenin dikkatini çekecek bir pozisyonda "Aaaa, ne okuyorsunuz, bakabilir miyim?" diyerek tanışmak isteyen birisi çıkarsa,  "bilinçaltımın derinliklerinde biryerlerde olan sınıf atlama hayalimi, bir anlığına bile olsa belki tatmin etmek için fırsat çıkar" diye düşünerek bıraktım.

Dakikalar ilerledikçe, gelen "ünlü" sayısı artmaya başladı. Gayet nezih ve samimi bir ortam, insanlar birbirine "Rahmi'ciğim de geldi", "Halis henüz gelmedi mi?", "Güler şurada" gibi ilk isimleriyle hitap ediyor... İnsanın elbette katılası, kaynaşası geliyor sohbetlere, ama bu sosyal cemiyetin önceden tanışık olduğu açıktı ve aralarına yeni birisini almakta biraz dirençli gözüküyordu... Ben de "önce nasıl bir topluluk öğrenmek, gözlemek gerekli" diye düşünüp, arada yeni gelen konuklara gülümseyerek "merhaba" dedim ve iletişim kurmaya çalıştım. Kimse benimle ilgilenmedi... "Demek ki yanlış bir yöntem izliyorum" diye düşündüm. O sırada cemiyetin bir kısmını tanıdığı belli olan bir adam, bir kadına, "şimdi Rahmi Bey'in yanına gidiyorum, fotoğrafımızı çekmeyi unutma" diye tembih etti. Cemiyete kabulde bayağı bir yol almak gerektiğini anladım...

Etrafta neredeyse davetliden fazla polis olması, davet sahiplerinin de dikkatini çekmiş olmalı ki, organizasyondan birisi başka bir çalışana "üniformalı polisleri başka yere alalım, sadece siviller kalsın" diye direktif verdi. "Zengin olmak güzel şey, kafana göre istediğin kadar polis çağır.. Görüntüyü bozuyorsa, ihtiyaç halinde tekrar ulaşılabilecek yakınlıkta başka bir yere naklet, polis gibi gözükmeyen polisleri ise seçkin davetlilerin göz zevki bozulmasın ama kendilerini tedirgin de hissetmesinler diye aralara serpiştir. Oh beybi!" diye düşünerek, içerideki kitap tanıtımına bir göz atayım dedim. Aryan ırkı teğet geçerek de olsa andıran dış görünüşüm ve dışımı olmasa da içimi zengin göstermeyi hedefleyen gülümsemem; dikkat çekmeden içeri girmeme yardımcı oldu. Kitabımı göğüs hizasında tutup, "belki bu sefer dikkat çekebilirim" umuduyla o mahşeri ve neşeli kalabalığın içinde kıvrak hareketlerle  tuvalete doğru ilerledim. Geri dönerken "olur da tekne ile kokteyle katılmayı başaramazsam, bari bir kitap alayım"  diye önkayıt masasına yöneldim. Masa yakınlarında oturan birisine "bir kitap alabilir miyim?" diye sordum, davetliymiş yüzü asıldı ve çalışanı gösterdi. En kibar halimle masadaki görevliye soruyu tekrarladım. "Kitapları kokteyl sonrasında dağıtacağız zaten" dedi. Ben "şimdi alayım mümkünse" dedim. Kitabı biraz şaşkınlıkla uzattı ve "hangi şirkettensiniz?" diye sordu. "Henüz bir şirketim yok ama birgün belki ben de kurarım işimi" dedim. Peki ne diye kayıt edeyim sizi? Halktan biri misiniz?" diye sordu insan sarrafı görevli. "Kendini halktan ayıran bir seçkinler grubu... Bu aşamadan sonrası için sosyolog lazım aslında. Ama bu fikrimi şimdilik kendime saklayayım, fazla dikkat çekmemek lazım" diye düşünürek, biraz eğlenmek için "filozof yazabilirsiniz" dedim. Karşılıklı gülüştük... Nezaketli olduğunu gözlemlediğim bir adama doğru yanaştım, ortaya çıkıp ne güzel işler yaptıklarını anlatmaya başlayan başka bir adamı dinlemeye başladım. Manastırın restorasyon sürecini, Ayvalık ve tanıtım için önemini anlattı ve manastırın ayın bazı günlerinde halk tarafından ziyaret edilebileceğini söyledi. Bu sözü arada kaynamasın ve bir ihtimal topluluğa katılma isteğimi doğrudan muhattaplarına belirtirsem belki dürüstlük işe yarar düşüncesiyle sözünü kestim ve "Yani şimdi istersem ben de sizinle açılışa gelebir miyim?" diye sordum. Sadece bir soruyla etrafımı iki saniyede kallavi abiler sardı, tüm gözler bana doğru çevrildi ve kalabalıktan bir uğultu yükseldi. Yanına yanaşmış olduğum adam bana dönüp o tedirgin ruh haline rağmen kabalık yapmadan, "niye konuşan insanın sözünü kesiyorsun?" diye sordu. "Bahsettiği konu üzerine doğru anlamak için soru sordum" dedim. Bu sırada başka biri yanaşıp "bu özel bir davet" dedi. "Ben de kendimi özel hissediyorum belki" diyecektim ki, kallavi abiler sert bakınca vazgeçtim. Bir tanesi koluma girip "benimle dışarı gelsene az" dedi. "Ben burada iyiyim, neler diyorlar anlamak istiyorum" dedim. "Ben polisim, dışarı gel" dedi. Bu tür cemiyetlerin huzursuzluğu sevmediğini ve tragedya sahnesinde arbede olamayacağını bildiğimden azcık sesimi yükselterek "yahu birşey yapmıyorum ki, dinliyorum sadece, sıkılınca kendim dışarı çıkarım" dedim. Nezaketine güvendiğim insan, polise yönelerek "tamam, tamam" dedi, bana yönelerek de "tamam elbette gelebilirsin" dedi. "Söz mü?" diye sordum, "söz" dedi. Bunun üzerine sigara içmek için dışarda eşyalarımı bıraktığım masaya gittim...

Tanıtım bitince, topluluk yavaş yavaş Taş Kahve'den, kiralanan tekneye ulaşmak için iskeleye doğru yürümeye başladı. Söz aldığım adamı görünce fırladım, "sözünüzü tutacaksınız değil mi?" diye sordum. "Elbette" diye cevap verdi tanıştık, adı "Ahmet" imiş. Ahmet'ten fazla uzaklaşmamaya çabalayarak topluluğa katıldım. İki sivil polis yanıma yanaştı ve "sen gel biraz kenara, biraz konuşucaz" dedi. Ben de "Niye ki? Geziye davet edildim, isterseniz Ahmet Bey'e sorun" diyerek kendisini parmağımla gösterdim. Ahmet polise "tamam sorun yok" dedi. Beraberce tekneye ilerledik. Teknede tanıdığım ve teknik olarak ait olduğum sosyal çevreden birisi vardı, kendisi diğer habercilerle en arka sırada oturmayı tercih etti. Ben de yeni bir sosyal çevreyle tanışabilirim umuduyla tek başıma tam ortadaki boş bir oturma grubuna çöktüm. Hemen ardından yanıma polisler ve özel korumalar cancanlı gözlükleriyle oturup beni süzmeye başladı. Ben de gözlüğümü takıp gülümseyerek iade-i bakış attım. Birkaç dakika böyle geçti, sonra tüm davetliler yavaş yavaş tekneye bindi. Sahili seyrederken, organizasyondan birileri polis ve korumalara birşey söylemek için yanına çağırdı, tam o sırada bütün yerler yavaş yavaş dolduğu için yanımdaki boş yerlere iki çift oturdu. Kitabımı tekrar masaya koydum ve sohbetin açılmasını bekledim. Tekne yavaşça iskeleden ayrılırken, her masadan gelen çeşitli konuları tartışan sesler birbirine karışmaya, sohbetler koyulaşmaya başladı.

Yanımdaki çiftten erkek olanı, 40 yıllık Ayvalıklı olduğunu anlatıyordu, eski yetiştirme yurdunun önünden geçerken, yeni yapılan yapıyı da göstererek "Şu güzelim yeri restore etmek varken, neden bu çirkin binayı yapmışlar ki?" dedi. Hemfikir olduğumuzu belirtmek için gülümseyerek kafamı salladım. Biraz sonra da özensizce inşa edilen siteleri göstererek, "hele şunlara bak, tek bir ağaç yok etraflarında" dedi. "Hah, mevzuya girebilirim artık" diye düşünerek, "Ay Işığı Manastırı'na da yol açılırken bir sürü ağaç kesildi, üstelik orası SİT alanı. SİT alanlarından ne bir fidan sökebilirsiniz, ne de oraya yeni bir fidan ekebilirsiniz. " dedim. Biraz sessizlik oldu ve ardından güzel bir tartışma başladı. "Orası harabeydi, bak şimdi ne güzel oldu" dedi. Ben de "Harabeyken en azından içeri girebiliyorduk... Restorasyon olumlu, ama orası ancak müze olarak kullanılabilir, şimdiki sahibi de ancak müzenin bir çalışanı olursa orada konaklayabilir." dedim ve "Çevresi geniştir, müzede kesin kendine iş bulur" diye içimden geçirerek bir "of" çektim. Parmağım tepedeki restore edilmiş değirmeni göstererek, "buna da karşıyım ama bu aile en azından, mekanı halka herzaman açık bir hale getirmiş, kütüphane yapmış" dedim. Hayretle gözlerime baktı, karşıtlığıma takıldı. "Burada yaşayan insanlarının çoğunluğunun bir çaya 4-5 lira veremeyeceğini, sohbetler arasında duyduğum şikayetleri,dertlenmeleri nasıl anlatabilirim ki" diye düşündüm ve sosyal konumu itibari ile anlayamayacağını bildiğimden vazgeçtim. "Buraya taşınalı 8 yıl oldu, ben de en az sizin kadar karış karış heryerini bilirim. Ne cevherler, ne mükemmel tarihi yerler var ama anlatmam. Tüm alıcılar nasılolsa burada, yanlışlıkla gizli mekanları farkettirmeyeyim" diyerek konuyu değiştirdim.  Karşımdaki çift, nerede oturduğumu sordu, tarif ettim. "Aynı sokakta biz de bir yer aldık" dediler. Sohbet ilerledikçe kapı komşusu olduğumuzu anladık, bir ay sonra inşaatın biteceğini ve geleceklerini söylediler. Bu hoş tesadüf tedirginliğimi nispeten azalttı... Aklıma, kuyu kazmak için getirdikleri o aletin çıkardığı inanılmaz gürültü yüzünden iki hafta yazın sıcağında tüm kapı pencereyi kapatıp ter içinde çalışma zorunluluğum geldi. "Eskiden inşaatlar üstüne en azından çevreye verdiğimiz rahatsızlık için özür dileriz yazarlardı, çamaşır asılı iken toz kaldırmazdı insanlar ya da kapıyı çalıp uyarırlardı" demek geldi ama ilk günden komşularımla papaz olmamak adına, "Filler tepişirken çimenler ezilir" diye düşünerek içimde tuttum. Komşuma "Sizin aileden birisiyle yüzyüze tanışmıştım" diyerek sohbeti hafifletmek istedim. Şaşırarak "kiminle?" diye sordular. Söyledim, erkek olanı, gülümseyerek "O benim kardeşim" dedi. "Savaş karşıtı faaliyetler içindeyken, sunduğu radyo programına İsrailli bir vicdani retçi ile beraber konuk olmuştum. Ama radyo programında konuyu sadece İsraille sınırlı tutmuşlardı. Ben de İsrailli arkadaşımı önceden uyarmıştım, o da kendisi İngilizce olarak konuyu açınca, mecburen konuşulmuştu" dedim. Gülümsedik...Sonra da aynı manzarayı paylaşacağımızı belirttikten sonra, manzaramın akşamları berbat olduğunu söyledim. "Ay Işığı Manastırı'nı satın alan aile, Hakkı Bey Yarımadası'nda içinde küçük bir kalıntı olan başka bir arazi daha satın alıp, oraya kanunen suç olmasına rağmen kocaman bir yapı inşa etti. Şimdi akşamları bir görmemişlik örneği gibi koca SİT alanı ışıl ışıl. Madem tanıyorsunuz, söndürsünler o ampülleri" dedim. Aklıma Can Yücel'in boğazda rakı içerken "Manzara değil, ampül seyrediyorsunuz ampül!" diye dostlarına kızması geldi... "Belediye başkanını tanıyorsanız, bu aile gibi belediyeye hibe edecek iki milyon liram yok ama cebimde iki lira var, ben de Tımarhane Burnu'nu istiyorum, ismi bana yakışır" dedim. Sonra da Patricia'da kendi arazisine bir kulübe kurduğu için on yıldan fazladır onbeş kez davalarda sürünen Zeki'nin durumunu anlattım. "Hani adalet?" diye sordum.

Tekne manastıra vardı.  İskelede konukları karşılamak için binbir telaş, kıyafetler çok şık, koşuşturma had safhada. "Vay be!" dedim. Yol arkadaşlarım kalkmak üzereyken "Bir blog yazıyorum, okumak ister misiniz?" diyerek adresini vermek istedim, ilgilenmediler. "Bari ben de kalkayım" diye düşünürken yanıma dört kallavi abi oturdu. İlerlemeye çalıştım, kallavi abilerden biri "otur yerine konuşalım biraz" dedi. Ben de "yahu davete katılacaktım" dedim. "Seninle iletişim kurmaya çalışıyorum" dedi. Ben de, "yahu ben de yeni tanıştığım insanlarla iletişim kurmaya çalışıyorum, hem bak bir tanesi de kapı komşum çıktı" dedim. Komşuma ismiyle seslendim, kafasını çevirip bir baktı ve yoluna devam etti. Polisin kibar iletişim çabasını geri çevirmek doğru olmaz diyerek, kitabımı gösterdim. "Bak dedim, Tragedya'nın Doğuşu... Hemen karşısı da İda dağı... Zeus'un, Hera'nın mekanı... Tragedya, Nietzche'ye göre Apollon-Dionysos çatışmasından doğmuştur" dedim. "Heryerde bir karşıt olması lazım, ama bak bu topluklukta herkes benzer, farklı bi tek ben vardım" dedim. Derdimi anlamadı... Ahmet Bey geldi, canım Ahmet Bey.. "Yuri seni zodyak botla mı araçla mı gönderelim geriye" dedi. Aklım kokteylde kaldı.. Daha içip açılacak, klasik müzik eşliğinde bu toprakların seçkinleri ile siyaset, felsefe, adalet, hukuk gibi konularda bir elimde kadeh tartışacaktım. "Olmuyormuş, buraya kadarmış" diye düşünerek yürüyerek dönmektense teklifi kabul edeyim dedim. Son bir kez manastıra bakıp, "bir dahaki sefere" diye iç geçirerek Ahmet Bey ve kallavi abiler eşliğinde çıkış kapısına doğru yürüdük, o esnada telefon numaramı mülk sahibine iletmesi için Ahmet Bey'e verdim... Ahmet Bey, "Bak seni 4x4 araçla gönderiyorum" dedi. Uzatılan elma şekerini kabul ettim ve "Sağolasın, kendi aracım vardı. Sen ne nezaketli bir güvenlik görevlisiymişsin. Darısı öğrencinin, işçinin, memurun başına. Hakkını arayana genelde böyle davranmıyorlar" dedim. Ahmet Bey gülerek, "ben sosyete polisiyim" dedi.

Başka iki kallavi abiyle beraber 4x4 ile dönüş yoluna koyulduk. Yolda, "seni toprak yolun bittiği yerde bırakalım" diye teklif ettiler. "Valla Ahmet Bey, nereye istersen bırakacaklar diye söz verdi" dedim. Bir kaç kilometre sonra, takım elbisesini giymiş, toprak yolda yürüyen birini gördük. Kallavi abiler, sırıtarak ve laf arasında deli olduğunu ima ederek "Herhalde bu da açılışa geliyordur" dedi. İçimden "Bütün iktidar sahipleri bir araya toplanmış, kafalarına göre eğlenip nezih bir ortamda güle oynaya itilip kakılma tedirginliği olmadan rahatça konuşunca akıllı oluyor da bir biz mi deliyiz?" demek geçti ama, "bu kadar aksiyon yeter" diyerek etrafı seyretmeye koyuldum...

9 Nisan 2012 Pazartesi

Halil Amca

Bugün biraz geç kalktım. Sevdiceği aradım ulaşamadım. Annemlerle kahvaltı yaptım, öğleden sonra da sahile bir indim. Bir çay içtikten sonra parayı öderken giderayak Serkan, "bir de şu para kalksa ne güzel olacak" dedi sonra da duraksayarak, "ama o zaman ihtiyaçlarımızı nasıl alacağız, takasla mı?" diye ekledi. Serkan'ı size anlatmam lazım,iki cümleyle bir insan nasıl anlatılırsa... Sahilde çalışıyor, çok sakin biri ve dünya tatlısı, ben rastlamadım ama kendisi anlattı sinirlenince biraz kaotik olabiliyormuş. Ayvalık'ta her tür farklılığa hoşgörülü nadir insanlardan, doğma büyüme adalı. Neyse, ben de dedim ki Serkan'a, "Merhaba ve selam yetmez mi?". Güldü. "Şöyle düşün, diyelim benim arabam yok, senin var. Bir gün ihtiyacım olsa birgünlük vermez misin?" diye sordum. "Ayıbettin, ne demek" dedi. "Bende de misal sende olmayan, ihtiyacın olan bi şey varsa aynı şekilde" diye ekledim. Vedalaştık.

Eve dönerken Halil Amca'yı gördüm. Yine evin önüne sandalyesi atılmış, masasında çiçekler, biraz meyve bir elinde sigara... "Merhaba Halil Amca" dedim. "Merhaba, seni tanıyamadım" dedi. "Ben komşunum" dedim. "Nerde oturuyorsun?" diye sordu. Az yukarıda, diyerek evi tarif ettim. "Beni tanımazsın ama annemi bilirsin, Tekirdağlı" dedim. "Aaa evet evet Ali'nin eşi. Onlar hergün balığa giderler, annen kocaman kocaman kefaller yakalar" dedi Halil Amca. Sonra da "ben felç geçirdim, yürüyemiyorum. Eşim beni çıkartıyor. Burda oturuyorum, gelen geçeni seyrediyorum, vakit geçiyor" dedi. Sonra yandaki evin hikayesini, kendi hikayesini anlattı. Sigarasını küllüğe ters koydu, "Aman Halil Amca, dur yanacaksın!" diyerek sigarayı düzelttim ve ertesi güne kadar vedalaştık. Giderayak masasındaki çiçekleri gösterdi, "Bunlar muz çiçeği, mis gibi kokarlar, bir tane çek içlerinden kokla" dedi. Çiçeği alıp koklaya koklaya eve döndüm...

Ben buraya taşınalı 7-8 yıl olmuştur. İlk kez; taşındığımın ikinci günü evden sahile inerken gördüm Halil Amca'yı. Saçında çiçekler ve üzüm vardı. Merhabalaştık. Biraz şaşkınlıkla ama daha çok hayranlıkla seyrettim amcamı. Sonra ilerleyen günlerde saçındaki çiçeklerin ve meyvaların mevsime göre değiştiğini farkettim. Misal yazın kiraza denk gelebiliyordunuz. Öyle alıştım ki Halil Amca'ya, ilkbaharın gelişini Halil Amca'nın sandalyesi kapı önüne koyulunca, sonbahar bitimini ise sandalye içeri girince anlayabiliyorum artık.

Daha sonra sohbet etmeye başladık. Yedi yıl önceki ilk muhabbetimiz yukarıda anlattığım gibi oldu. Ertesi gün tekrar merhaba dedim. "Tatil nasıl, sevdin mi burayı?" dedi. "Amca dün tanışmıştık ya" dedim, yaşından dolayı unutmuştur diye önemsemedim. Üçüncü gün bir daha tanıştık. Dördüncü beşinci derken, onuncu tanışmaya doğru unutkanlıktan başka bir durum olduğunu ve muhabbetin ilerleyiş şeklinin bendeki ruh haline göre ilerlediğini farkettim. Halil Amca, geçirdiği felçten dolayı, felç anından önceki herşeyi hatırlıyor; ama sonraki herşeyi sadece günlük hatırlıyordu. Bu şekilde yedi yıl boyunca Halil Amca ile aşağı yukarı hergün, yüzlerce kez aynı şekilde sil baştan tanıştık.

Eğer ben kötü bir şey yaşadıysam ve itici isem ya da sinirliysem Halil Amca kesinlikle benimle muhabbet etmez kafasını çevirir, eğer iyi bir günümdeysem muhabbet ilerler ve Halil Amca sohbetin bir yerinde muhakkak "ben günde bir sigara içerim sadece, sigaran var mı" diye sorar. Uzatır, yakarım.

Üç aydır Halil Amca'yı göremiyordum. İki hafta önce sevdicekle aşağı inerken dayanamayıp dünya tatlısı teyzeme Halil Amca'yı sordum. Hastaymış ve kendisini iyi hissetmiyormuş, teyzem ne yapsa eşini dışarı çıkaramıyormuş. Sevdicekle teyzeme sorduk, "ziyaret edebilir miyiz?" diye. Teyzem "ne demek çok sevinir ama yarın hatırlamaz" dedi. "Biliyorum teyzem olsun" dedim. Biraz sohbet ettik, "Halil Amca, sensiz sokaklar güzel değil, eksik" dedik. "İyileşirsem ben de sıkıldım çıkmak istiyorum" dedi. Teyzem, "Cuma günü hasta ve yaşlı bir insanı ziyaret ettiniz çok büyük sevaba girdiniz" dedi. Utandık ve "teyzem o nasıl söz, biz Halil Amcamızı merak ettik sadece" dedik. Geçen hafta Halil Amca biraz daha iyi olmuş.

Artık Halil Amca ne mutlu ki tekrar sokakta, bahar buraya da bence resmen geldi... Halil Amca, yaşadığı felce rağmen çok şanslı çünkü felç öncesi güzel bir hayat yaşamış; felçten önceki zamana dair hafızası berrak, billur gibi ve anlattığı hikayelerin hepsi çok güzel... Umarım gülümsemesi yüzünden hiç eksik olmaz ve umarım ömrü çok uzun olur, tekrar tekrar tanışabilmek için...

6 Nisan 2012 Cuma

Kaymakamlığa ikinci ziyaret

6 Nisan 2012, öğleden sonra.

Kaymakamlıktan içeri girdim, gördüğüm ilk kişiye “Kaymakam burada mı?” dedim. Hayır yok, yukarı katta kalem müdürü var ona iletebilirsiniz" dedi. Kapı açıktı, odaya girdim, “Merhaba Hanfendi, beni hatırladınız mı? Hani kaymakam beyi düğünüme davet etmek için size bir davetiye vermiştim” dedim. Müdüre hanım gülümsedi “Evet, buyrun?” dedi. “Gerçi kaymakam davetime katılmadı ama, ben de iade-i davet isteyecektim” dedim. Müdüre hanım şaşırarak sordu : “Ne davetiyesi?”.
13 Nisan'da Ay Işığı Manastırı açılacakmış, ama her isteyen giremiyormuş, açılışa davetiye istiyorum. Hem de tekne gezisi ve tanıtım kokteyli varmış ne güzel, ben de eğlenirim biraz...” dedim. Müdüre hanımın şaşkınlığı arttı ve “kaymakam bey vermiyor ki daveti” dedi. Ben de “yahu koskoca kaymakam, çevresi geniştir ne var ki sokuversin beni de aradan” dedim. Müdüre hanım “Bakın aşağı katta yazı işleri müdüresi var, benden daha yetkilidir, ona gidin” diyerek beni başından savdı..

Aşağı kata indim, saygıda kusur etmemek için kapıyı iki kere tıklatıp, “girin” sesini duyunca içeri girdim. “Merhaba, beni hatırladınız mı?” dedim. “Hayır, hatırlayamadım.” dedi müdüre hanım. “Hani eşimle beraber nüfüs cüzdanımızdaki din hanesini, birimizinki yin, diğeri yang olarak değiştirmek için dilekçe vermiştik, siz onaylamıştınız ama içişleri bakanlığı kabul etmemişti ya... Hatta siz de felsefe mezunu olduğunuzu söylemiştiniz ve ayaküstü kısa bir felsefe sohbeti yapmıştık?”. “Aaa, evet evet ama önce eşinizi hatırladım” dedi müdüre hanım. Ben de “Elbette, öyle güzel ve akıcı dile sahip bir kadını kim hatırlamaz ki!” dedim”, ikimiz de gülümsedik.

Derdimi kısaca özetledim, dün kapıdan çevrildiğimi, SİT alanlarının ve kültürel varlıkların önemini anlattım. “Kaymakam beye iletir misiniz lütfen beni de davet etsin, hem kültür bakanı da geliyormuş... Beraber biraz sohbet ederiz, konu konuyu açar. Kültür ve sanat dediğiniz; felsefeden, dinden, mitolojiden bağımsız da değildir hem. Ben de derdimi bakana da anlatabilirim, olmaz mı?” dedim. Çok sakin ve olması gerektiği gibi bir yöneticiydi, hiç öfkelenmedi ve telefon numaramı, adımı aldı ve “Ben sözümde dururum, notunuzu ileteceğim ama kaymakam bey geri arar mı, bilemem dedi”. Ben de “Bakın kaymakam bey beni davet ederse, böyle sakin sakin sohbet ederiz, derdimi anlatırım hem bakana, hem mülk sahibine. Ama davet etmezse, tek yol kalır, ifade özgürlüğü babında protesto” dedim.

Vedalaştık ve ayrıldım.

Kedilerin vahşi doğası

6 Nisan 2012, sabah

Sabah 8 gibi sahile indim. Zeytindalı'nda otururken büyükçe erkek bir kedi, yavru bir kediyi sıkıştırdı, yavrucağız korkudan bir sıçradı denize düştü, benden başka kimse de görmedi olayı. Aklım gitti dakikalarca baktım göremedim. Ada küçük bir yer ve genelde beni tanımayanlar biraz deli bilirler bu yüzden umursamadan yerlere yattım, türlü açılardan baktım, ama yok. Bulamayınca da boğulduğunu düşünüp üzüldüm. Birkaç dakika sonra yavrucuğun sesini duyunca eğildim, tam kanalizasyon çıkışında bir oyukta duruyor. Son derece korkmuş. Bir balıkçı geçiyordu rica ettim kayığını yanaştırsana kedi burdan kendi çıkamaz bir alıver yazık günah hayvana dedim. “Çıkar o çıkar” dedi gitti. Sabah saatleri olduğundan fazla kalabalıklaşmamıştı. Pek kimseyi göremeyince ben de Sahil Güvenlik'e gideyim dedim. Sahil Güvenlik teknesi seyire çıktığından pek kimse yoktu, ordaki askerlere durumu anlattım. “Bizle ne ilgisi var?” dedi asker. Dedim ki, “Olay sahilde oldu”. Güldü asker, güzel yüreği varmış geldi benimle umursamamazlık etmedi. Kepini taktı, motora atladık, sahile geldik. Beraber yürürken piyangocu bana selam komutan dedi. Asker de sordu, “yahu neden sana komutan diyor?”. Ben de “beni deli zannettiğinden dalga geçmek için diyor” demedim elbette, “Eskiden harp okulunda okumuştum sonra itaatsizlikle kendimi attırdım, burası küçük yer, duymuştur, ondan diyordur” dedim. Asker de eğildi baktı, kediyi göremedi. “Tekne dönsün komutana söylerim, olur derse küçük botla geliriz” dedi. 15 dakikaya gerçekten bir uzman çavuş ile aynı er, bir balıkçıyla beraber kayıkla geldiler. Kediyi sonunda gördük ama askerler bayağı uğraştı ve kedi korktuğu için içerilere kaçtı. Sahilde askerleri görünce herkes toplandı ve meraklandı. Her iki asker ve balıkçı son derece vicdanlı insanlardı ama nerdeyse yarım saat kedi kendini göstermediği için gittiler. Zeytindalı çalışanları kafayı gösterirse çıkartırız dediler mecburen ben de gittim.

Ay Işığı Manastırı'nı tekrar ziyaret

5 Nisan 2012

Patricia'ya dolaşmaya gittim. Gitmişken de bir Ay Işığı Manastır'ına uğrayayım dedim. Manastırın önüne motoru parkettim. İndim içeri doğru yürümeye çalışırken kapıda bir güvenlik görevlisi “Buyrun?” dedi. Ben de “Hayırlısı olsun, restorasyon bitmiş. Ay Işığı Manastırı 13 Nisan'da açılıyormuş, ben de dolaşmaya geldim” dedim. Görevli şaşırdı, “Hayır içeri giremezsiniz” dedi. Ben de “Neden ki? SİT alanları herkesin kullanımına açıktır, seyahat özgürlüğümü kimse kısıtlayamaz.” dedim. Güvenlik görevlisi “burası özel mülk” dedi. Ben de “Yahu özel mülk olamaz, SİT alanı, hem de içinde tarihi, kültürel bir varlık var, bırakın özel mülkü, içine bungalov bile kurup kalamaz sahibi, hatta bir sahibi bile olamaz, ancak müze olarak kullanılabilir” dedim. Görevli bir şey demedi ve sadece baktı. Ben de dedim ki “iyi bari bir sigara içip dinleneyim bu arada siz de, sahibi kimse bir arayıp geldiğimi haber verin”... Görevli şaşırarak gülümsedi “hayır arayamam” dedi. Ben de dedim ki, “Yahu ben de adada kalıyorum, komşu sayılırız. Ne var ki haber verseniz?”. Görevli cevap vermeyince ben de “Peki o zaman ben adımı ve telefon numaramı bırakayım size, lütfen iletin uğradığımı bir zahmet arayıversin.” dedim. Güvenlik görevlisi bana dedi ki “Bakın ben sizi ılımlı bulduğum için konuşuyorum, sigaranızı için ama buraya giremezsiniz, haber de veremem”. Ben de dedim ki, “Ben de size nezaketiniz için teşekkür ederim ama patronunuz her kimse çok kaba bir insanmış. Hem SİT alanının kapısına belinde silahı olan birini yerleştirmiş, seyahat özgürlüğümü kısıtlıyor hem de bir telefon numarası bırakılmasını bile istemiyor. Benim bildiğim en ulaşılmaz olan sadece Tanrı'dır. Ki kapısını çalanları Tanrı bile geri çevirmemiş.”

Güvenlik görevlisi ismimi sordu, ben de onun. Tanıştık biraz sohbet ettik, tansiyon düştü. Memleketlerimizden bahsettik. Birbirimizle sorunumuzun olmadığından bahsetti ama işi beni içeri almamaktı. Birbirimize kızamadık. Bana dedi ki: "Bak fena mı olmuş burda yol mu vardı, şimdi aracınla gelebildin". Ben de "yahu benim yoldan şikayetim yok ki yürüyüveriyordum. Yol açmak için SİT alanındaki ağaçları kesmek niye, bir ağaç kaç senede yetişiyor biliyor musun? Hem zaten içeri giremiyorum, açılışa da sadece kim seçtiyse-seçkinler davetli. Herhangi bir insanın ne eksiği var?". Cevap veremedi...

Giderken, “Tekrar geleceğim, gezmek için. 13 Nisan'da görüşürüz. Ama içeri almazsan, lütfen mülk sahibine ilet, protesto yasal bir haktır, hatırlatırım” dedim. Giderken yüksek sesle "İşi gücü yok nelerle uğraşıyor..." diye söylenen yaşlı bahçıvanın sesi, motorun uğultusuna karışıp eridi...

10 Mart 2012 Cumartesi

Hera, haremlik, selamlık ve bende yanan devreler...

2012 Mart

Sevdicekle parasızlıktan ne yapsak da bir tatil yapsak diye düşünürken, sevdiceğin annesinin taksitle aldığı devremülk aklımıza geldi... Balıkesir'in Bigadiç ilçesinde, termal bir tesis, anne kirayaya verememiş bu sene, dolayısıyla boş... "Oh oh" diye acaip sevindik ve hazırlığımızı yaptık, zaten karnımız doysun bi de arada sırada "şarap parası" olsun yeter artar bile!

Sabah erken yola çıkalım da karanlığa kalmayalım dedik ama şapşal şapşal tartışırken her zamanki gibi geç kaldık ve son bir saat Balıkesir soğuğunu yiye yiye sonunda termal tesise vardık. Ben motorun ve eşyaların başında beklerken sevdicek kayıt yaptırmak için lobiye gitti.. Bir süre sonra sinirli sinirli döndü. "Ya rezalete bak" dedi. Normalde 100 dolar talep edilen aidatı, 275 liraya çıkartmışlar, üstelik tesis aleyhine devremülk sahiplerinin bazılarının açtığı davaya rağmen... Sevdicek itiraz edip davadan bahsedince, bir müdürü çağırıp "davadan haberi var, ne yapalım?" diye sormuş çalışanlar ve eski ücret alınmış. Oh ne ala memleket... Kafaya göre ücret koy, hukuk filan dinleme sonra da sadece ağlayan bebeğe emziği ver, süper hayat değil mi?...

Böyle antipatik bir başlangıca rağmen, gülücükler içinde eşyaları daireye taşımaya başladık.. Termal havuzların olduğu bölümden geçerken iki tabela dikkatimizi çekti. "Kadınlara mahsustur" ve "Erkeklere mahsustur". Dona kaldık, şaşırdık, "nasıl yani???" diye birbirimize baktık. Daireye yerleştik ve dışarı çıkıp karşılaştığımız bir çalışana nerede yemek yiyebileceğimizi sorduk. "Şanslısınız, bu gece eğlence var restoranda" dedi çalışan...

Çift cam kapıyı iterek içeri girdik... Koskocaman salonun ortası dans pisti olarak ayrılmış ve bomboş, solda ve sağda iki büyük grup masa, karşıda da bir piyanist şantör ve solist... İçimden, "aha, yerine geldik du bakalım" diye geçirdim... Ben soldaki tıklım tıklım grubun olduğu yere doğru -daha çabuk yemek servisi alırız düşüncesiyle- yöneldim, sevdicek ise  -şöyle bi rahat edelim düşüncesiyle- kimsenin olmadığı sağ tarafa doğru yürüdü. Bizde elbette ki, sevdicek ne derse o olur.  Oturduk, bir ufak rakı söyledik, yemek tabdoltmuş. Müzik başladı, sevdicek müzik konusunda hassas ve seçicidir, gözleri böyle pörtler gibi büyüdü. Ben ise arada sırada anı yaşamak taraftarıyım. Sevdiceğin huzursuzluğunu hissedince, "Yahu ne olacak, bir gün de böyle olsun... Başka zaman nasıl denk gelicez?" dedim.

Sonra 55'lerinde bir adam, sahneye çıktı ve eline mikrofonu aldı:. "Bugün burada bulunan 79 Kara Harp Okulu mezunları ve Atatürkçü Düşünce Derneği mensupları, Hera Termal ... devreye hoşgeldiniz" gibi birşeyler söyledi. Sevdicekle gitgide karmakarışık duygularla büyüyen gözlerimizle birbirimize bakakaldık. Hayat böyle bir şey, şaşı bak şaşır! Sonra sigara içmeye çıktık ki, hoşgeldin konuşmasını yapan kişi de aynı sebeple dışarı çıktı, ayaküstü sohbet ettik, kendisi emekli olmuş. Belki bilgisi vardır diye, havuzların kadın erkek ayrı olması konusunu sordum sohbet sırasında, "yasakmış dediler, ben de eşimle aynı havuza girmek isterdim ama nafile" dedi. Tekrar masaya dönüp, değişik müzik deneyimi eşliğinde rakımızı demlendik, sohbetimiz koyulaştı...

Ertesi sabah sevdicekle, "bu havuzdaki haremlik, selamlık mevzusu da ne ola ki?" diye anlamak için danışmaya bi uğradık, orada oturan görevliye sorduk, "Kadınlar ve erkekler için ayrı havuzlarımız var sadece. Beraber girmek isterseniz ücretli özel odalarımız var" diye cevap verdi. Şaşırdık, çünkü büyük havuzlar herkesin ücretsiz girebildiği havuzlar. Sevdicek, yanardağ patlaması öncesi işaretleri vermeye başladı : "Kadın ve erkek birlikte yaşar, okula gider, otobüse biner, yürür, yemek yer, içer, havuza mı giremez?" diye sordu. Bir yandan sevdicek diğer yandan ben yükleniyorum. Sırada bekleyen diğer insanların tepkilerini gözlemliyorum, arada destekleyen ve karşı çıkanlar... Yaşasın provakasyon! Gürültüye daha yetkili olduğunu anladığımız birisi geldi... Tartışmaya dahil oldu. "Ama sağlık konusunu da düşünmeniz lazım!" dedi. "Benim bildiğim cinsiyetler arası bulaşan tek şey sperm. O da hastalık değil, ve havuzda zor işler bunlar. Bizler, yumurta ve sperm aracılığı ile üreyen memeli varlıklarız" diye düşündüm ama ortam müsait olmadığı için böyle söylemedim, kibarlığımı bozmadan dedim ki : "Bakın siz doktor musunuz? Hiç sadece bir kadından erkeğe, ya da erkekten kadına bulaşan hastalığa tanık oldunuz mu? Buradaki durum başka, bir zihniyet meselesi yaşıyoruz apaçık belli.". Bankodaki görevli, "Satış müdürümüzle nasıl konuşuyorsunuz!" diyerek sinirli bir şekilde sözümü kesti. Halbuki diyeceğim  daha çok şey vardı... "Sizi kızdırdıysam üzgünüm, peki bu konuyu konuşabileceğimiz başka birisi var mı?" diye sordum. Bizi halkla ilişkiler müdüresine gönderdiler, hararetli tartışmanın bir kısmını duymuş, odasına buyur etti.

Müdüre hanım, "bir havuz probleminiz varmış" diyerek söze girdi. Ben de "Evet, bir musluk havuzu 8 saatte dolduruyorsa, 3 musluk kaç saatte doldurur?" diyerek, aslında kötü bir niyetimiz olmadığını anlatmak istedim. Müdüre hanım güldü, gergin ortam biraz sakinleşti. "Nasıl olacak bu iş?" diye sorduk. "Elitler böyle istiyor" diye cevapladı müdüre. "Nasıl yani? Biz süprüntü müyüz? Elit ne de?" diye şaşkınlıkla sordum. Müdüre hanım durumu toparlamaya çalıştı, "Bursa'dan gelen müşterilerimiz böyle talep ediyor." dedi. Sevdicek dayanamadı ve "Biz neyiz? Biz de burada kalıyoruz. Kadın, erkek ayrı girenler yine girsin, bir de karma havuzunuz olsun" dedi. Müdüre hanım ücretli özel odaları önerdi. "Peki birlikte yapabileceğimiz ücretsiz bir aktivite yok mu? Biz tencereyle kapak gibiyiz, ayrılmak istemiyoruz ki" dedik. Birşey öneremedi. Tepem iyice attı, bir tesis broşürü istedim. Broşürdeki ücretsiz tesislerin tanıtıldığı sayfalardaki fotoğraflarda birlikte mayolu kadın ve erkek fotoğraflarını gösterdim. Tüketiciyi reklam yoluyla yanıltma suçunun cezasının birkaç yüzbin liradan başladığını ve ayrımcılığın anayasal bir suç olduğunu hatırlattım, içimden de "bana da yasa dedirttiler ya" diye geçirerek. Sonra da "Bakın ben dava mava ile uğraşamam, kimseyi şikayet de etmem ama dün burada sizin söylediğiniz profile uymayan bir sürü insanın da olduğunu gördük. Ya onlardan birisi haksızlığa uğradığını düşünüp dava açarsa?" dedim. Müdüre hanım, "Yarın sizi tesis müdürümüzle görüştüreyim" dedi, ayrıldık.

Bir gün geçti... Arayan soran yok. İki gün geçti, hala bir haber yok... Bu arada, termal tesisin, ayrı musluğu olan termal suyu tam bir gün akmadı, sıcak su da kesildi. Tüm hayallerimiz suya düştü. Havuzda eğlenmek yok, odada sıcak su yok. Tesis zaten bi acaip. Bu sırada tesisin dışında, tatlı bir amca ve teyze ile tanıştık. Sohbet süperdi, yiyecekler harikaydı, sempatik ve tokgözlü insanlardı. Hatta amca çok hoş bir deli fıkrası anlattı, aynı sevdicekle ben, bir de Türkiyenin özeti : "Bir gün bir deli bir duvara çekiçle ters olarak bir çivi çakmaya çalıyormuş. Arkadaşı olan deli de, 'Napıyorsun salak! O çivi karşı duvarın' demiş."

Neyse, birkaç gün sonra, kapı çalındı. Açtım, bizim kaldığımız bloğun sorumlu müdürüymüş. Bir form verdi, doldurduk. Sonra bir şikayetimiz olup olmadığını sordu. Dilimiz döndüğünce anlattık. Ama yine aynı cevaplar... Eh be adam, madem ezberden cevap vereceksin, niye şikayetimiz var mı diye sorarsın...Sorumluya, "tesisin adı ne?"diye sordum. "Hera" dedi. "Hera nedir, biliyor musun?" diye sordum. Gülümsedi ve "biliyorum ama isterseniz siz anlatın" dedi. "Hera antik çağların en kudretli tanrıçasıdır. Öyle kudretlidir ki, baş tanrı Zeus'u dahi defalarca cezalandırmıştır" diye ekledim. Sonra da, "Sence Hera ile haremlik selamlık ne kadar birbirine uyuyor? Tanrıları kızdırmamak lazım" dedim. Gülümsedi ve gitti.

Ertesi sabah ben erken kalktım. Gidip bir de Bigadiç Kaymakam'ı ile tanışsam. Durumu anlatsam, ciddiye almazsa, "Ayvalık Kaymakamı ve Belediye Başkanı'nı bir ara sor, tanırlar bizi desem" diye düşündüm ama vazgeçtim.

Devre sonu geldi... Dönüş yoluna çıkarken, "Seneye tekrar gelirsek, şu Harp Okulu mezunları ve Atatürkçü Düşünce Derneği üyeleri ile bir tanışalım da, haremlik selamlık mevzusu hakkında fikirlerini öğrenelim, kuyuya taşı atalım" diye düşündüm. Tesisi işletenlerin kafaya bak ya. 50-60 yaşında insanlar kimi 40 yıldır evli, hep aynı yastıkta uyumuşlar, sizin tesisinize gelince mi ayrılmak zorundalar?

23 Şubat 2012 Perşembe

Canetti ve Deli Kedi

23 Şubat 2012

Benim facebook, sevdiceğimin ise assbook olarak adlandırdığı asosyal sitede bir arkadaşımın Elias Canetti'nin "Kitle ve İktidar" kitabından "Güç ve İktidar"  bölümünü paylaştığını farkettim. "Aaaa, okuyalı ne kadar zaman geçmiş en azından şu kısma tekrar göz atsam ne olur" diye düşünüp tam başlamıştım ki balkondan sevdiceğim seslendi. "Çabuk gel, kaçırma!". Biraz mızmızlandım çünkü heyecanla okumam bölündü. Sevdicek ısrar edince balkona gittim. Eliyle "şşşş" işareti yaptı ve kısık sesle "sessiz ol, bak deli kedi ne yapıyor!" dedi.

Tabii size biraz "deli kedi"yi anlatmam lazım. Sokağa her çıkışımızda bizi yüzlerce metre takip ediyor, sağı solu belli değil, aniden tırmığı geçiriveriyor. Biraz vahşi ve severken ısırıyor. Acaip halleri ve huyları var. Adını da bu yüzden deli koyduk. Neyse bir baktım gözlerim faltaşı gibi açıldı, aynen Canetti'nin anlattığı gibi, bir taşın etrafında bir fareyi kıstırmıştı ve dakikalarca oynadı. Sonra da fareyi rahat bıraktı ve fare uzaklaştığı anda pençesini savurdu ve farenin canını aldı. Ben de derin düşüncelere daldım haliyle.. Hayatımda ikinci kez okuduğum bir makaleyi okuduğum anda sevdiceğimin konunun evrendeki canlı gösterimine denk gelme olasılığını düşündüm, kendimi bundan sonra hiç şaşırmayacak zannederken tekrar şaşırdım kaldım.