15 Ocak 1980 Salı

Hipotenüs, dik kenarların karelerinin toplamına eşittir.

Tekirdağ 50. Yıl Ortaokulu, 1. sınıf zamanları , 1983 olsa gerek...

Sabahattin Hoca dört işlemi sınıfa öğrettikten sonra yaptığı sınavda, boş kağıtları çıkarttırıp ilk soruyu yazdırdı: "60 kilogram ağırlığında bir adam, 4 ayağı olan bir sandalyeye oturduğunda, sandalyenin ayağı başına kaç kilogramlık yük düşer?". Hınzırım ya, dayanamadım hemen karşı soruyu patlattım: "Öğretmenim, adamın ayakları yere değiyor mu, değmiyor mu?". Hocam gülümsedi ve sınıfta yükselmeye başlayan uğultuyu dindirerek "Gülmeyin çocuklar, yuri doğru bir soru sordu" diyerek konuyu izah etti ve adamın ayaklarının yere değmediği bir koşulu soruya ekleyerek tekrar sordu.

Başka bir günde ise; önceki derste giriş yaptığı üçgenler konusuna devam ediyor, şimdi de dik üçgenleri anlatacak... Tahtaya bir dik üçgen çizdi, dik açıyı anlattı, dik kenarları tarif etti.  Dik açının karşısındaki kenarın adının hipotenüs olduğunu söyledi. Sonra da tekrar tebeşiri eline alıp, dik kenarların yanına 3 ve 4, hipotenüsün yanına 5 yazdı. Elimi kaldırıp heyecanla "örtmenim! örtmenim!" diye bağırdım. "Yine ne var yuri?" diye hafiften kızarak bana seslendi. "Örtmenim, hiç dikkat ettiniz mi, dik kenarların karelerinin toplamı, hipotenüsün karesine eşit" dedim. Gözleri büyüdü, şaşkın bir ifade ile, "sen nereden biliyorsun bunu? Ders kitabından sonraki bölümleri mi okuyorsun?" diye sordu. "Hayır, örtmenim, bilmiyorum. Baktım, gördüm." dedim. Sabahattin hoca birşey demedi, gülümseyerek kafasını iki yana sallayarak konuyu anlatmaya devam etti.

2011 yılında Tekirdağ'a uğradığımda kendisini aradım, sokak sokak, "Sabahattin Malkaralı'yı tanıyor musunuz?" diye esnaflara sordum. Evini sonunda buldum, komşusu olan esnaf taşındığını söyledi ama yeni evini bilmiyormuş. Tekirdağlı biri okursa bir zahmet selamımı iletiversin.

Gözleri çakmak çakmak, kibar ve sevecen bir öğretmendi hocam... Sağolsun matematiği bana sevdiren ilk insandır. Türlü türlü anılarımız var, arada kızdırsam da çocuktum, o kadar olur, yüreği genişti hiç kızmadı hep gülümsedi haylazlıklarıma... Benim matemetik bilgim ise Pisagor teoreminden ileri gitmedi, orada kaldı. Çünkü bilgisayar programcısı oldum. Programcılık kolay, sadece dört işlem bilmek ve temel mantık yetiyor. Ama Pisagor teoreminden hala faydalanıyorum. Kendi boyuma göre yatak bulamadığımdan herkes soruyor, "nasıl sığıyorsun yatağa?" diye. Ben de, "Pisagor sağolsun!" diyorum.

Pisagor'u, Hippasus'u, Pisagor okulunun yakılmasını ve Hippasus'un irrasyonel sayıları keşfi yüzünden öldürülmesini bir araştırın derim. Antik çağın çalkantıları, felsefesi hatta linçleri bile bugüne bilgi taşıyor... Düşünsenize, biri felsefe okulu kurdu diye okulu içindeki insanlarla beraber yakılmış, aynı kişi ise; irrasyonel sayıları bulan öğrencisini "böyle birşey olamaz, doğruysa bile sır olarak kalmalı" diye boğdurtmuş. Boğan kişiler de düşünmeden bunu yapmış. Cem Yılmaz'ın esprisi var ya: "Aynı kaynım!"...

Biz ise günümüzde, irrasyonel sayıları neredeyse ilkokulda öğreneceğiz. En ufak bilgi kırıntısı bile ne kadar büyük acılarla elde edilmiş, değerini bilmek lazım...

1 Ocak 1980 Salı

Tabelalarla, şairlerle ve ideolojilerle ilk tanışma.

Yıl 1979-1980 civarı


Yaşım 6 filan. İlkokul bir henüz bitmiş. Teyzemin eşi astsubay, görev yeri Gemlik. Okullar tatil oldu, teyzemlere tatile gidecez, oh oh yeni keşifler diye sevinç içindeyim! Otobüste giderken tabelaları okumaya çalışıyorum, etrafı seyrediyorum. Otobüsün farları sağolsun, henüz gözler de zehir gibi; hiçbir şeyi kaçırmıyorum. Bir baktım bir tabela, “Gemliğe doğru denizi göreceksin, sakın şaşırma! Orhan Veli”, 3 saniye sonra da otobüs tepeyi aştığı gibi aniden karşına çıkan deniz. O yaşımda “Vay be!” dedim, yüzüme bir gülümseme yapıştı. Gerçekten şaşırdım. Sonra meydanda indik, bir baktım başka bir tabela. Bu seferki yüzlerce ampül ile yazılmış, ışıl ışıl parlıyor. Üzerinde -o kadar yıl geçtikten sonra doğru hatırlayabiliyorsam- “Tasarruf, Türk Milleti'nin en önemli faziletlerindendir.” gibi bir şey yazıyor. Allah'tan ilkokulda Atatürkçülük öğretiliyor da, "fazilet" gibi bir kelimenin o yaşta manasını bilebiliyorsun. Okul duvarlarındaki panoları, hitabeleri filan kimse okumaz zannetmeyin. Ben meraklıydım, hem okur hem bilmediğim kelimeleri sora sora öğrenirdim. Ne demişler, "sora sora Bağdat bulunur" ve "Aşığa Bağdat sorulmaz"...

Neyse... Orhan Veli'ye şaşırmam bir şey değilmiş, dondum kaldım hem şaşkınım hem bacak kadar boyumla gülüyorum ve işaret parmağımla ışıl ışıl tabelayı gösteriyorum. İçimden "yahu kimse etrafına bakmıyor mu, tabelalarda ne yazdığını okumuyor mu?" diye geçiyor ama nafile.. Teyzem kolumdan çekiştirip neye gülüyor bu velet deyip götürüyor beni. Tabii yıllar sonra böyle büyük bir şairin, belediyenin açıp kapatmadığı çukura düşüp sonrasında bu yüzden ölmesini öğrenmek şaşırtmıyor beni, yeterince şaşırarak büyümekten...