15 Nisan 1990 Pazar

Delilerden sen anlarsın, konuş onlarla...

1990'ların başları...

Beşiktaş'ta evden çıktım, Şair Nedim Caddesi'nde Taksim dolmuşlarına doğru yürürken bugüne kadarki uzaktan da olsa tanıdığım, adını ne yazık ki hatırlamadığım en sevimli deliyi gördüm bir kez daha. Delimiz, Beşiktaş Çarşı esnafının göz bebeği, sevdiği, koruduğu ve kolladığı kendi halinde ve kimseye hiçbir zararı olmayan bir insandı,  kendini otomobil zannederdi... Esnaf karnını doyurur, kötü davranmadığı gibi aksine üstüne titrerdi... Bir süre sonra esnaf eline bir direksiyon tutuşturmuş, üstüne de havalı bir korna koymuş. Çarşı'da delinin gelen geçeni korna ile şaşırtması ve bazen yürüyenlerin dalgınlığı ile hafif korkmasından eğleniyorlar, canlar sıkılmıyor, tebessüm her daima yüzlerde...

İşte o gün, delimiz Beşiktaş'ı bilenler bilir, tek şeritli caddemizde yolun ortasında durmuş, arkada bayağı bir trafik birikmiş. Bir curcuna... Arabasının kornasına basanlar, yüksek sesle söylenenler ve olan biteni gülerek izleyen esnaf ve Beşiktaşlılar... En öndeki otomobilin sürücüsü aşağı inmiş, sinirli ve öfkeli bir şekilde bağırıyor : "Deli misin be adam! Yürüsene, yolu kapatma". Gülümsüyorum... "Elinde direksiyon, yolun ortasında duran  birine, 'deli misin?' diye sormak ancak bir akıllının yapacağı iştir elbette" diye düşünüyorum... O sırada delimiz "Gidemem, araba bozuldu" diyor. Sinirli sürücü daha da öfkelenerek delinin üstüne yürüyor, ya dövecek ya ite kaka yolu açacak. Tabii sürücü Beşiktaş esnafını tanımaz ki... Esnaf ile deli arasındaki sevgi bağını bilmez ki... Fiske vursa, kendisinin karşılaşacağı muamele doğru olmasa da, o caddeden hastanelik olmadan çıkamaz, gerçek bu ama farkında değil... İçimden "Ya bu tür durumlar niye hep beni bulur" diye hayıflanarak yanlarına gittim. Şöföre dedim ki, "Sen onun dilini bilmiyorsun, çekil kenara". Sinirli bir şekilde "ya nasıl konuşacaktım?" dedi. Delinin önüne geçtim ve "Çekici geldi" dedim. Deli elini belime doladı ve kornasını çalmaya başladı, Beşiktaş esnafının gülüşmeleri arasında bozulan arabayı yolun kenarına çektik...

9 Nisan 1990 Pazartesi

12 Kasım 1999 saat 18:57

Akşamüstü Olcay ile buluştuk, Olcay, "kanka gelsene, akşam geyik çeviririz" dedi, beraver eve gittik. Olcay ve ev arkadaşı Ferka; Fatih'te hem ucuz, hem okula yakın, hem de kaloriferli diye uygun bir ev bulmuşlar... Evin içi gayet güzel ve özenli...

Olcay'ın odasında yer yatağı üzerinde oturuyoruz, Ferka'nın işi var. Hem muhabbet ediyoruz hem de Olcay "Çocuklardan Tanrıya Mektuplar" adında bir kitaptan bölümler okuyor. Çocukların içtenlikle Tanrıya yazdıkları türlü türlü ruh halleri, sorular, sitemler, dilekler... Çok içten ve sevimli, sürekli gülüyoruz. Saat tam 18:57 olduğunda, Olcay'a "kanka amma güldün be yatağı sallıyorsun" dedim. Olcay hala sarsıla sarsıla mektuplara gülüyor bir yandan "evet evet değil mi?" diye sordu. Sonra gülmesi yavaşça donuklaştı ve "yuri deprem oluyor" dedi. Ben önceki tecrübeden panikle fırladım ve hemen ayakkabılarımı giymeye başladım. Olcay "yuri bu şekilde dışarı çıkamazsın!" dedi. Anlayamadım, "neden?" dedim. "Üstündeki şort çok kısa, burası Fatih" dedi. Tabii biz bunları konuşurken duvarlar üstümüze üstümüze geliyor, eşyalar devriliyor, ayakta zor duruyoruz. İçimden bir şarkıyı haykırmak geliyor... Saniyeler geçmiyor, zaman duruyor kafamın içinde... Bir yandan telaşla üzerimdeki şortu çıkartıyorum, diğer yandan mahalle baskısı denilen kavramın vardığı en üst noktayı düşünüyorum... Sadece kendi kendime dediğim "lan" hitabı ile içimdeki diğer benlere sesleniyorum: "Lan baksana memleket ne hale gelmiş, yüreklere nasıl bir korku yerleşmiş... Deprem olmuş, insanlar sokağa böyle çıkarsam başıma ne gelir diye hesap kitap yapıyor". O sırada kendi iç muhabbetim Olcay'ın panik dolu çığlığıyla bölünüyor: "Ferka nerede? Ferka yok!". Saniyeler içinde tüm odalara bakıyoruz ve Ferka'yı banyoda makyaj yaparken buluyoruz. Ben korkudan altıma yapmak üzereyken Ferka'yı o halde ve rahatlıkla görünce sinirlerim boşalıyor haliyle... "Ferka ne yapıyorsun? Deprem oluyor hadi bina yıkılacak inelim aşağı!" diyerek koluna yapışıyorum. Ferka, "hayatta makyajsız dışarı çıkmam, ölürüm daha iyi" diyerek beni kilitliyor. Bu arada Ferka, çok güzel bir kadın. Makyaja ihtiyacı yok ama tabii kendi bilir.

Depremin şiddeti azalıyor... Sakince aşağı iniyor ve daha güvenli olacağını düşünerek Taksim'de bahçesi olan bir mekana kapağı atıyoruz...

Bir dakika içine sığan bu kadar çok detay ile, kendimi evrenin soytarısı gibi hissediyorum...