22 Mayıs 2011 Pazar

Dikkat dikkat! Ukraynalı bilim adamı kaybolmuştur.

22 Mayıs 2011

Yine parasız zamanlarımız. Bir de doğum günüm. Sevdicekle eğleşiyoruz, ama bi tuhaflık var. "Üzgünüm, hiç param yok... Sana hediye alamadım" dedi. Ben de "üzülme yahu, ne olacak, benim doğum günü ile işim olmaz ki zaten" dedim. Üzüntüsünü hissettim ama pek neşelendiremedim. Sonra öğleden sonra "ben bi yere gidicem, bi kaç saat sonra gelirim" dedi. Ben "dur nereye?" dedim ama dinletemedim, "Sen gelme, tek başıma dolaşmak istiyorum" dedi. Şimdi biz sevdicekle tencereyle kapak gibiyizdir genelde... Yapışık ikiz misali, pek ayrılmıyoz zorunluluk yoksa. O yüzden üzüldüm, "niye gitti?, nereye gitti? neden beni yanında istemedi?" diye düşüne düşüne bakakaldım ardından..

Sonra sevdicek aradı. "Saat 5 gibi balkona çık" dedi. "Niye?" diye soramadan kapattı. İçimden "Allah, Allah?" diye geçirdim ve doğum günüm ile zayıf da olsa bir bağlantı kurdum. Merakla yarım saat öncesinden çıktım balkona; en ufak sesi, hareketliliği izlemeye çalıştım, çatlak yarim neler karıştırıyor anlayabilmek için...

Sürekli cep telefonunun saatine bakıyorum, saat tam 5 oldu. Heyecanım had safhada... Bir dakika filan sonra Ayvalık Belediye Başkanı'nın halkımıza tek hizmeti olan ve dünyada başka örneği olmayan hoparlörden tüm beldelere İstiklal Marşı yayını başladı. Marş boyunca derin düşüncelere daldım. Ayvalık'ta olmanın bana verdiği George Orwell'in 1984 romanında yaşıyormuş hissini düşündüm.  Sonra  içimden, Mehmet Akif Ersoy'un "Allah bu millete bir daha İstiklal Marşı yazdırmasın" lafı geçti. "Acaba başkan bu lafın ne anlama geldiğini biliyor mudur?" diye de hayıflandım. Deli miyim neyim, insan doğumgününde böyle şeyler düşünür mü? Ama yedi yıl boyunca her an aynı şeyi yaşayınca insan biraz deliriyor. Düşünsenize her cuma ve pazar, o gün doğum gününüz bile olsa, saat beşte evde hapissiniz. Tanıdıklarınızı, arkadaşlarınızı Ayvalık'a davet ettiğinizde önce uyarıyorsunuz "bakın burda böyle böyle bir durum var, karşılaşırsanız durun, saldırırlar, taciz ederler" diye. İnsanlar tatile mi gelmişler, korku tüneline mi girmişler anlayamıyorlar. Artık kimseyi davet etmiyorum, bu acaip hallerden dolayı. Kazara yolda yürüseniz, duymasanız, birşey yiyorken ayağa kalkmasanız, ya da her ne yapıyorsanız ona devam etseniz, size nefretle bakan yüzlerce çift göz ve "Burası küçük ergenekon lan!", "hain bunlar!" diye bağıran insanlar.... Hayatında ilk defa Ayvalık'a gelmiş, ve bilmediği için marş yayını sırasında yürüdüğü için taşlanmış, dövülerek denize atılmış insanların buralarda gururla anlatılan hikayeleri... Bir kere beni kaymakam çağırmıştı, davetini kabul etmemiştim. Keşke gitseymişim. Gidip anlatsaymışım. Önce sinirimi boşaltmak için kendi kendime içimden "lan sanane, sana mı dert?" diye kızıp, sonra da kaymakama nazikçe "Kaymakam bey! Bayrak kanununu bilir misiniz?" diye lafa girseymişim... "İstiklal Marşı'nda, sadece bayrak töreni sırasında, bando eşliğinde ayağa kalkılır. O da, bayrakla göz teması sağlandığında zorunludur. Yani bayrak töreninin yapıldığı yerin bir arka sokağında bile zorunluluk yoktur." deseymişim. "Bu yaptığınız suçtur, hele hele hiç bir kanuni zorunluluğu yokken ayağa kalkmayanlara 'hain' demek, laf atmak, hele hele saldırmak daha ağır suçtur. Saldırıya uğrayanları, baskı ve zulüm ile karşılaşanları korumak, kollamak senin görevin. Sen buranın en yetkili amirisin. Gerekiyorsa mahalle baskısı ile karşılaşanın yanında oturup, laf atanlarla konuşacaksın ikna edeceksin, 'Hak haktır, şok edici olsa da haktır, senin yaptığın yanlıştır' diyeceksin. Hadi güçsüze, makamsıza, mazluma zorbalık yapıyorlar. Ama sana zorbalık yapmaya kimse cesaret edebilir mi? Ben korkabilirim sıradan insanım; ama sen kaymakamsın, korkmayacaksın! Tabii en güzeli karşılıklı ikna, en doğrusu da böyle saçma bir uygulamayı kaldırmak. Delirtme beni" diye ekleyebilseydim. Daha önce harp okulundan bir kaç devre arkadaşıma anlattım Ayvalık'taki bu halleri. Adamlar binbaşı, yarbay olmuş, yakında ya emekli ya amiral olacaklar... "Oha be! Nazi Almanya'sında bile böyle uygulamalar yoktu. Delirmiş mi bunlar?" dediler. Ben koskoca kaymakama, koskoca belediye başkanına deli diyemem, çekinirim. Subay arkadaşlarım dedi, bende yalan yok... Daha bir çok düşünce geçti içimden... Ama bilirsiniz, düşünceyi sadece içinde tutmak serbest, dışarıya salmak suç bu ülkede...

Doğum günüm zehir olmasın diye kendimi toplamaya çalıştım ki; İstiklal Marşı bitti ve hemen ardından "Dikkat Dikkat!" diye billur bir ses duydum belediye hoparlörlerinden. "Anaaa, bu benim sevdicek be!" diye geçirdim içimden hem şaşkınlıkla, hem de çocuk gibi sevinerek... "Ukraynalı bir bilim adamı kaybolmuştur. Türkçe bilmediği için şimdi Ukraynaca bir anons yapacağım" diye devam etti dünyanın en güzel sesi... Sonra "yuri diyojen, yuri diyojen" dediğini duyunca suratıma bir gülümseme yapıştı ve devamını anlayamadığım bir dilde birşeyler söyledi. Çok güzel hissettim, içim sıcacık oldu ve balkonda kendi kendime gülmeye başladım, "kendi kendine gülene deli derler" lafını da hatırlayarak... Binbir türlü şey düşündüm, "çatlak sevdicek, nasıl başardın da belediyedeki o mikrofonun başına geçip, böyle bi anons yaptın, deli misin?" dedim içimden, cevabını bilerek...

Sevdicek eve döndü, kucakladım, sarıldım ve "sevgilim ne dedin sen?" dedim. "İyi ki doğdun sevgilim!" demiş. Belediyede yaklaşık bir saat türlü türlü doğaçlama hikayeler ile ikna etmiş ordaki çalışanları. Önce gitmiş, bankodaki görevliye anlatmış, ordan anons yapan görevliye göndermişler.. "Ukrayna'dan bir bilim adamı geldi misafirim olarak, biraz değişik bir insan, şimdi kayboldu muhakkak bulmam lazım" demiş telaşlı bir şekilde. "Sorun değil, anons yaparız" demiş ve "bir kağıda ne dememizi istiyorsanız yazıp verin" diye eklemiş görevli... Sevdicek de "хорошо что ты родился, любов мой !" gibi birşey yazıp vermiş. Görevli bir kağıda bir sevdiceğe bakıp, "Bu nece?" diye sormuş. "Nece olacak, bilim adamı Ukraynalı, Ukraynaca elbette" demiş sevdicek... Görevli, "Türkçe dışında bir dil ile anons yapamayız. Daha önce böyle birşey olmadı Ayvalık'ta" demiş. Sevdicek de "İyi de adam Ukraynalı, Türkçe bilmiyor ki" demiş. Günlerden Pazar, başkan belediyede değil. Görevli "başkana sormak lazım" diyerek telefonu almış eline.  Sevdicek de, "ya adam rahat rahat ailesiyle tatil yapıyor, bütün hafta çalışmış. Şimdi arasan bile telefonu açar mı hiç?" demiş. Görevli, "ama başka dilde anons için başkanın onayı gerekli" diyerek aramış ve başkana ulaşamamış. Sonra  "Diyelim ki anons yaptık ama bunu kim okuyacak, ben doğru düzgün Türkçe bile zor okuyorum" diye gülümseyerek eklemiş. Sevdicek "sorun değil, ben fuarlarda çalışmıştım, nasıl anons yapılır biliyorum" demiş. Sonra bir on dakika kadar görevli ile, Ukraynaca anonsun başında Türkçe olarak ne diyeceklerini tartışmışlar.

Sevdiceğe sordum, "Ukraynaca ne alaka?" diye. "Olur da Rusça bilen çıkarsa diye o an uydurdum" dedi. Güldüm... Benim sevdicek de değişik bir insan. Rusça'yı çocukluktan itibaren çok seviyormuş, alfabesini ve temel bazı cümleleri de ergenlik zamanında harçlığı ile bir Rusça seti satın alıp kendi kendine öğrenmiş. Annesi cep telefonunu karıştırıyor diye telefon defterini ve telefon dilini Rusça'ya çevirmiş.

Çok düşündüm sonra, sevdicek bu hikayeleri niye uydurmuş olabilir diye. Sonra gün boyunca binbirtürlü saçma anons yapıldığı halde, içinde sevgi  barındırdığından "doğum günün kutlu olsun sevgilim" diye anons yapmayacaklarını bildiğinden olsa gerek diye karar kıldım. Daha sonra da sevdicekle aklımıza şu geldi, "Ya  Sarmısaklı'da tatil yapan Rus turistler anonsu duyup votka manyağı olduktan sonra 'biz de arkadaşımızın doğum gününü kutluycaz!' diye belediye kapılarına dayanırsa!"

Benim sevdiceğin doğum günü nisan ayı sonlarında. Bu yıl geçti.. Ben güzel bir hediyenin altında kalamam. Artık 2012 nisanına elimden ne gelirse yaparım. Sen aşk nedir bilir misin kaymakam?