14 Nisan 2012 Cumartesi

Ay Işığı Manastırı'nı üçüncü ziyaret

Sabah, kurduğum saatin sesi ile uyandım ve çevik haraketlerle giyindim. Ay Işığı Manastırı açılış kokteyline geç kalmamak için acele ederek heyecanlı ve hızlı adımlarla yokuştan aşağı indim... Pastaneden üç poğaça alıp Taş Kahve'ye oturdum ve bir duble çay söyledim. Bir yandan gazete okurken, yavaş yavaş gelen konukları ve hazırlıkları seyre daldım. Öğrencilik yıllarında, yeni bir sosyal çevreye girmek isteyen çömez birinci sınıf taktiğini uygulayarak, okumakta olduğum bir kitabı, oturduğum masanın biraz uç bir köşesine, gelen geçenin dikkatini çekecek bir pozisyonda "Aaaa, ne okuyorsunuz, bakabilir miyim?" diyerek tanışmak isteyen birisi çıkarsa,  "bilinçaltımın derinliklerinde biryerlerde olan sınıf atlama hayalimi, bir anlığına bile olsa belki tatmin etmek için fırsat çıkar" diye düşünerek bıraktım.

Dakikalar ilerledikçe, gelen "ünlü" sayısı artmaya başladı. Gayet nezih ve samimi bir ortam, insanlar birbirine "Rahmi'ciğim de geldi", "Halis henüz gelmedi mi?", "Güler şurada" gibi ilk isimleriyle hitap ediyor... İnsanın elbette katılası, kaynaşası geliyor sohbetlere, ama bu sosyal cemiyetin önceden tanışık olduğu açıktı ve aralarına yeni birisini almakta biraz dirençli gözüküyordu... Ben de "önce nasıl bir topluluk öğrenmek, gözlemek gerekli" diye düşünüp, arada yeni gelen konuklara gülümseyerek "merhaba" dedim ve iletişim kurmaya çalıştım. Kimse benimle ilgilenmedi... "Demek ki yanlış bir yöntem izliyorum" diye düşündüm. O sırada cemiyetin bir kısmını tanıdığı belli olan bir adam, bir kadına, "şimdi Rahmi Bey'in yanına gidiyorum, fotoğrafımızı çekmeyi unutma" diye tembih etti. Cemiyete kabulde bayağı bir yol almak gerektiğini anladım...

Etrafta neredeyse davetliden fazla polis olması, davet sahiplerinin de dikkatini çekmiş olmalı ki, organizasyondan birisi başka bir çalışana "üniformalı polisleri başka yere alalım, sadece siviller kalsın" diye direktif verdi. "Zengin olmak güzel şey, kafana göre istediğin kadar polis çağır.. Görüntüyü bozuyorsa, ihtiyaç halinde tekrar ulaşılabilecek yakınlıkta başka bir yere naklet, polis gibi gözükmeyen polisleri ise seçkin davetlilerin göz zevki bozulmasın ama kendilerini tedirgin de hissetmesinler diye aralara serpiştir. Oh beybi!" diye düşünerek, içerideki kitap tanıtımına bir göz atayım dedim. Aryan ırkı teğet geçerek de olsa andıran dış görünüşüm ve dışımı olmasa da içimi zengin göstermeyi hedefleyen gülümsemem; dikkat çekmeden içeri girmeme yardımcı oldu. Kitabımı göğüs hizasında tutup, "belki bu sefer dikkat çekebilirim" umuduyla o mahşeri ve neşeli kalabalığın içinde kıvrak hareketlerle  tuvalete doğru ilerledim. Geri dönerken "olur da tekne ile kokteyle katılmayı başaramazsam, bari bir kitap alayım"  diye önkayıt masasına yöneldim. Masa yakınlarında oturan birisine "bir kitap alabilir miyim?" diye sordum, davetliymiş yüzü asıldı ve çalışanı gösterdi. En kibar halimle masadaki görevliye soruyu tekrarladım. "Kitapları kokteyl sonrasında dağıtacağız zaten" dedi. Ben "şimdi alayım mümkünse" dedim. Kitabı biraz şaşkınlıkla uzattı ve "hangi şirkettensiniz?" diye sordu. "Henüz bir şirketim yok ama birgün belki ben de kurarım işimi" dedim. Peki ne diye kayıt edeyim sizi? Halktan biri misiniz?" diye sordu insan sarrafı görevli. "Kendini halktan ayıran bir seçkinler grubu... Bu aşamadan sonrası için sosyolog lazım aslında. Ama bu fikrimi şimdilik kendime saklayayım, fazla dikkat çekmemek lazım" diye düşünürek, biraz eğlenmek için "filozof yazabilirsiniz" dedim. Karşılıklı gülüştük... Nezaketli olduğunu gözlemlediğim bir adama doğru yanaştım, ortaya çıkıp ne güzel işler yaptıklarını anlatmaya başlayan başka bir adamı dinlemeye başladım. Manastırın restorasyon sürecini, Ayvalık ve tanıtım için önemini anlattı ve manastırın ayın bazı günlerinde halk tarafından ziyaret edilebileceğini söyledi. Bu sözü arada kaynamasın ve bir ihtimal topluluğa katılma isteğimi doğrudan muhattaplarına belirtirsem belki dürüstlük işe yarar düşüncesiyle sözünü kestim ve "Yani şimdi istersem ben de sizinle açılışa gelebir miyim?" diye sordum. Sadece bir soruyla etrafımı iki saniyede kallavi abiler sardı, tüm gözler bana doğru çevrildi ve kalabalıktan bir uğultu yükseldi. Yanına yanaşmış olduğum adam bana dönüp o tedirgin ruh haline rağmen kabalık yapmadan, "niye konuşan insanın sözünü kesiyorsun?" diye sordu. "Bahsettiği konu üzerine doğru anlamak için soru sordum" dedim. Bu sırada başka biri yanaşıp "bu özel bir davet" dedi. "Ben de kendimi özel hissediyorum belki" diyecektim ki, kallavi abiler sert bakınca vazgeçtim. Bir tanesi koluma girip "benimle dışarı gelsene az" dedi. "Ben burada iyiyim, neler diyorlar anlamak istiyorum" dedim. "Ben polisim, dışarı gel" dedi. Bu tür cemiyetlerin huzursuzluğu sevmediğini ve tragedya sahnesinde arbede olamayacağını bildiğimden azcık sesimi yükselterek "yahu birşey yapmıyorum ki, dinliyorum sadece, sıkılınca kendim dışarı çıkarım" dedim. Nezaketine güvendiğim insan, polise yönelerek "tamam, tamam" dedi, bana yönelerek de "tamam elbette gelebilirsin" dedi. "Söz mü?" diye sordum, "söz" dedi. Bunun üzerine sigara içmek için dışarda eşyalarımı bıraktığım masaya gittim...

Tanıtım bitince, topluluk yavaş yavaş Taş Kahve'den, kiralanan tekneye ulaşmak için iskeleye doğru yürümeye başladı. Söz aldığım adamı görünce fırladım, "sözünüzü tutacaksınız değil mi?" diye sordum. "Elbette" diye cevap verdi tanıştık, adı "Ahmet" imiş. Ahmet'ten fazla uzaklaşmamaya çabalayarak topluluğa katıldım. İki sivil polis yanıma yanaştı ve "sen gel biraz kenara, biraz konuşucaz" dedi. Ben de "Niye ki? Geziye davet edildim, isterseniz Ahmet Bey'e sorun" diyerek kendisini parmağımla gösterdim. Ahmet polise "tamam sorun yok" dedi. Beraberce tekneye ilerledik. Teknede tanıdığım ve teknik olarak ait olduğum sosyal çevreden birisi vardı, kendisi diğer habercilerle en arka sırada oturmayı tercih etti. Ben de yeni bir sosyal çevreyle tanışabilirim umuduyla tek başıma tam ortadaki boş bir oturma grubuna çöktüm. Hemen ardından yanıma polisler ve özel korumalar cancanlı gözlükleriyle oturup beni süzmeye başladı. Ben de gözlüğümü takıp gülümseyerek iade-i bakış attım. Birkaç dakika böyle geçti, sonra tüm davetliler yavaş yavaş tekneye bindi. Sahili seyrederken, organizasyondan birileri polis ve korumalara birşey söylemek için yanına çağırdı, tam o sırada bütün yerler yavaş yavaş dolduğu için yanımdaki boş yerlere iki çift oturdu. Kitabımı tekrar masaya koydum ve sohbetin açılmasını bekledim. Tekne yavaşça iskeleden ayrılırken, her masadan gelen çeşitli konuları tartışan sesler birbirine karışmaya, sohbetler koyulaşmaya başladı.

Yanımdaki çiftten erkek olanı, 40 yıllık Ayvalıklı olduğunu anlatıyordu, eski yetiştirme yurdunun önünden geçerken, yeni yapılan yapıyı da göstererek "Şu güzelim yeri restore etmek varken, neden bu çirkin binayı yapmışlar ki?" dedi. Hemfikir olduğumuzu belirtmek için gülümseyerek kafamı salladım. Biraz sonra da özensizce inşa edilen siteleri göstererek, "hele şunlara bak, tek bir ağaç yok etraflarında" dedi. "Hah, mevzuya girebilirim artık" diye düşünerek, "Ay Işığı Manastırı'na da yol açılırken bir sürü ağaç kesildi, üstelik orası SİT alanı. SİT alanlarından ne bir fidan sökebilirsiniz, ne de oraya yeni bir fidan ekebilirsiniz. " dedim. Biraz sessizlik oldu ve ardından güzel bir tartışma başladı. "Orası harabeydi, bak şimdi ne güzel oldu" dedi. Ben de "Harabeyken en azından içeri girebiliyorduk... Restorasyon olumlu, ama orası ancak müze olarak kullanılabilir, şimdiki sahibi de ancak müzenin bir çalışanı olursa orada konaklayabilir." dedim ve "Çevresi geniştir, müzede kesin kendine iş bulur" diye içimden geçirerek bir "of" çektim. Parmağım tepedeki restore edilmiş değirmeni göstererek, "buna da karşıyım ama bu aile en azından, mekanı halka herzaman açık bir hale getirmiş, kütüphane yapmış" dedim. Hayretle gözlerime baktı, karşıtlığıma takıldı. "Burada yaşayan insanlarının çoğunluğunun bir çaya 4-5 lira veremeyeceğini, sohbetler arasında duyduğum şikayetleri,dertlenmeleri nasıl anlatabilirim ki" diye düşündüm ve sosyal konumu itibari ile anlayamayacağını bildiğimden vazgeçtim. "Buraya taşınalı 8 yıl oldu, ben de en az sizin kadar karış karış heryerini bilirim. Ne cevherler, ne mükemmel tarihi yerler var ama anlatmam. Tüm alıcılar nasılolsa burada, yanlışlıkla gizli mekanları farkettirmeyeyim" diyerek konuyu değiştirdim.  Karşımdaki çift, nerede oturduğumu sordu, tarif ettim. "Aynı sokakta biz de bir yer aldık" dediler. Sohbet ilerledikçe kapı komşusu olduğumuzu anladık, bir ay sonra inşaatın biteceğini ve geleceklerini söylediler. Bu hoş tesadüf tedirginliğimi nispeten azalttı... Aklıma, kuyu kazmak için getirdikleri o aletin çıkardığı inanılmaz gürültü yüzünden iki hafta yazın sıcağında tüm kapı pencereyi kapatıp ter içinde çalışma zorunluluğum geldi. "Eskiden inşaatlar üstüne en azından çevreye verdiğimiz rahatsızlık için özür dileriz yazarlardı, çamaşır asılı iken toz kaldırmazdı insanlar ya da kapıyı çalıp uyarırlardı" demek geldi ama ilk günden komşularımla papaz olmamak adına, "Filler tepişirken çimenler ezilir" diye düşünerek içimde tuttum. Komşuma "Sizin aileden birisiyle yüzyüze tanışmıştım" diyerek sohbeti hafifletmek istedim. Şaşırarak "kiminle?" diye sordular. Söyledim, erkek olanı, gülümseyerek "O benim kardeşim" dedi. "Savaş karşıtı faaliyetler içindeyken, sunduğu radyo programına İsrailli bir vicdani retçi ile beraber konuk olmuştum. Ama radyo programında konuyu sadece İsraille sınırlı tutmuşlardı. Ben de İsrailli arkadaşımı önceden uyarmıştım, o da kendisi İngilizce olarak konuyu açınca, mecburen konuşulmuştu" dedim. Gülümsedik...Sonra da aynı manzarayı paylaşacağımızı belirttikten sonra, manzaramın akşamları berbat olduğunu söyledim. "Ay Işığı Manastırı'nı satın alan aile, Hakkı Bey Yarımadası'nda içinde küçük bir kalıntı olan başka bir arazi daha satın alıp, oraya kanunen suç olmasına rağmen kocaman bir yapı inşa etti. Şimdi akşamları bir görmemişlik örneği gibi koca SİT alanı ışıl ışıl. Madem tanıyorsunuz, söndürsünler o ampülleri" dedim. Aklıma Can Yücel'in boğazda rakı içerken "Manzara değil, ampül seyrediyorsunuz ampül!" diye dostlarına kızması geldi... "Belediye başkanını tanıyorsanız, bu aile gibi belediyeye hibe edecek iki milyon liram yok ama cebimde iki lira var, ben de Tımarhane Burnu'nu istiyorum, ismi bana yakışır" dedim. Sonra da Patricia'da kendi arazisine bir kulübe kurduğu için on yıldan fazladır onbeş kez davalarda sürünen Zeki'nin durumunu anlattım. "Hani adalet?" diye sordum.

Tekne manastıra vardı.  İskelede konukları karşılamak için binbir telaş, kıyafetler çok şık, koşuşturma had safhada. "Vay be!" dedim. Yol arkadaşlarım kalkmak üzereyken "Bir blog yazıyorum, okumak ister misiniz?" diyerek adresini vermek istedim, ilgilenmediler. "Bari ben de kalkayım" diye düşünürken yanıma dört kallavi abi oturdu. İlerlemeye çalıştım, kallavi abilerden biri "otur yerine konuşalım biraz" dedi. Ben de "yahu davete katılacaktım" dedim. "Seninle iletişim kurmaya çalışıyorum" dedi. Ben de, "yahu ben de yeni tanıştığım insanlarla iletişim kurmaya çalışıyorum, hem bak bir tanesi de kapı komşum çıktı" dedim. Komşuma ismiyle seslendim, kafasını çevirip bir baktı ve yoluna devam etti. Polisin kibar iletişim çabasını geri çevirmek doğru olmaz diyerek, kitabımı gösterdim. "Bak dedim, Tragedya'nın Doğuşu... Hemen karşısı da İda dağı... Zeus'un, Hera'nın mekanı... Tragedya, Nietzche'ye göre Apollon-Dionysos çatışmasından doğmuştur" dedim. "Heryerde bir karşıt olması lazım, ama bak bu topluklukta herkes benzer, farklı bi tek ben vardım" dedim. Derdimi anlamadı... Ahmet Bey geldi, canım Ahmet Bey.. "Yuri seni zodyak botla mı araçla mı gönderelim geriye" dedi. Aklım kokteylde kaldı.. Daha içip açılacak, klasik müzik eşliğinde bu toprakların seçkinleri ile siyaset, felsefe, adalet, hukuk gibi konularda bir elimde kadeh tartışacaktım. "Olmuyormuş, buraya kadarmış" diye düşünerek yürüyerek dönmektense teklifi kabul edeyim dedim. Son bir kez manastıra bakıp, "bir dahaki sefere" diye iç geçirerek Ahmet Bey ve kallavi abiler eşliğinde çıkış kapısına doğru yürüdük, o esnada telefon numaramı mülk sahibine iletmesi için Ahmet Bey'e verdim... Ahmet Bey, "Bak seni 4x4 araçla gönderiyorum" dedi. Uzatılan elma şekerini kabul ettim ve "Sağolasın, kendi aracım vardı. Sen ne nezaketli bir güvenlik görevlisiymişsin. Darısı öğrencinin, işçinin, memurun başına. Hakkını arayana genelde böyle davranmıyorlar" dedim. Ahmet Bey gülerek, "ben sosyete polisiyim" dedi.

Başka iki kallavi abiyle beraber 4x4 ile dönüş yoluna koyulduk. Yolda, "seni toprak yolun bittiği yerde bırakalım" diye teklif ettiler. "Valla Ahmet Bey, nereye istersen bırakacaklar diye söz verdi" dedim. Bir kaç kilometre sonra, takım elbisesini giymiş, toprak yolda yürüyen birini gördük. Kallavi abiler, sırıtarak ve laf arasında deli olduğunu ima ederek "Herhalde bu da açılışa geliyordur" dedi. İçimden "Bütün iktidar sahipleri bir araya toplanmış, kafalarına göre eğlenip nezih bir ortamda güle oynaya itilip kakılma tedirginliği olmadan rahatça konuşunca akıllı oluyor da bir biz mi deliyiz?" demek geçti ama, "bu kadar aksiyon yeter" diyerek etrafı seyretmeye koyuldum...

9 Nisan 2012 Pazartesi

Halil Amca

Bugün biraz geç kalktım. Sevdiceği aradım ulaşamadım. Annemlerle kahvaltı yaptım, öğleden sonra da sahile bir indim. Bir çay içtikten sonra parayı öderken giderayak Serkan, "bir de şu para kalksa ne güzel olacak" dedi sonra da duraksayarak, "ama o zaman ihtiyaçlarımızı nasıl alacağız, takasla mı?" diye ekledi. Serkan'ı size anlatmam lazım,iki cümleyle bir insan nasıl anlatılırsa... Sahilde çalışıyor, çok sakin biri ve dünya tatlısı, ben rastlamadım ama kendisi anlattı sinirlenince biraz kaotik olabiliyormuş. Ayvalık'ta her tür farklılığa hoşgörülü nadir insanlardan, doğma büyüme adalı. Neyse, ben de dedim ki Serkan'a, "Merhaba ve selam yetmez mi?". Güldü. "Şöyle düşün, diyelim benim arabam yok, senin var. Bir gün ihtiyacım olsa birgünlük vermez misin?" diye sordum. "Ayıbettin, ne demek" dedi. "Bende de misal sende olmayan, ihtiyacın olan bi şey varsa aynı şekilde" diye ekledim. Vedalaştık.

Eve dönerken Halil Amca'yı gördüm. Yine evin önüne sandalyesi atılmış, masasında çiçekler, biraz meyve bir elinde sigara... "Merhaba Halil Amca" dedim. "Merhaba, seni tanıyamadım" dedi. "Ben komşunum" dedim. "Nerde oturuyorsun?" diye sordu. Az yukarıda, diyerek evi tarif ettim. "Beni tanımazsın ama annemi bilirsin, Tekirdağlı" dedim. "Aaa evet evet Ali'nin eşi. Onlar hergün balığa giderler, annen kocaman kocaman kefaller yakalar" dedi Halil Amca. Sonra da "ben felç geçirdim, yürüyemiyorum. Eşim beni çıkartıyor. Burda oturuyorum, gelen geçeni seyrediyorum, vakit geçiyor" dedi. Sonra yandaki evin hikayesini, kendi hikayesini anlattı. Sigarasını küllüğe ters koydu, "Aman Halil Amca, dur yanacaksın!" diyerek sigarayı düzelttim ve ertesi güne kadar vedalaştık. Giderayak masasındaki çiçekleri gösterdi, "Bunlar muz çiçeği, mis gibi kokarlar, bir tane çek içlerinden kokla" dedi. Çiçeği alıp koklaya koklaya eve döndüm...

Ben buraya taşınalı 7-8 yıl olmuştur. İlk kez; taşındığımın ikinci günü evden sahile inerken gördüm Halil Amca'yı. Saçında çiçekler ve üzüm vardı. Merhabalaştık. Biraz şaşkınlıkla ama daha çok hayranlıkla seyrettim amcamı. Sonra ilerleyen günlerde saçındaki çiçeklerin ve meyvaların mevsime göre değiştiğini farkettim. Misal yazın kiraza denk gelebiliyordunuz. Öyle alıştım ki Halil Amca'ya, ilkbaharın gelişini Halil Amca'nın sandalyesi kapı önüne koyulunca, sonbahar bitimini ise sandalye içeri girince anlayabiliyorum artık.

Daha sonra sohbet etmeye başladık. Yedi yıl önceki ilk muhabbetimiz yukarıda anlattığım gibi oldu. Ertesi gün tekrar merhaba dedim. "Tatil nasıl, sevdin mi burayı?" dedi. "Amca dün tanışmıştık ya" dedim, yaşından dolayı unutmuştur diye önemsemedim. Üçüncü gün bir daha tanıştık. Dördüncü beşinci derken, onuncu tanışmaya doğru unutkanlıktan başka bir durum olduğunu ve muhabbetin ilerleyiş şeklinin bendeki ruh haline göre ilerlediğini farkettim. Halil Amca, geçirdiği felçten dolayı, felç anından önceki herşeyi hatırlıyor; ama sonraki herşeyi sadece günlük hatırlıyordu. Bu şekilde yedi yıl boyunca Halil Amca ile aşağı yukarı hergün, yüzlerce kez aynı şekilde sil baştan tanıştık.

Eğer ben kötü bir şey yaşadıysam ve itici isem ya da sinirliysem Halil Amca kesinlikle benimle muhabbet etmez kafasını çevirir, eğer iyi bir günümdeysem muhabbet ilerler ve Halil Amca sohbetin bir yerinde muhakkak "ben günde bir sigara içerim sadece, sigaran var mı" diye sorar. Uzatır, yakarım.

Üç aydır Halil Amca'yı göremiyordum. İki hafta önce sevdicekle aşağı inerken dayanamayıp dünya tatlısı teyzeme Halil Amca'yı sordum. Hastaymış ve kendisini iyi hissetmiyormuş, teyzem ne yapsa eşini dışarı çıkaramıyormuş. Sevdicekle teyzeme sorduk, "ziyaret edebilir miyiz?" diye. Teyzem "ne demek çok sevinir ama yarın hatırlamaz" dedi. "Biliyorum teyzem olsun" dedim. Biraz sohbet ettik, "Halil Amca, sensiz sokaklar güzel değil, eksik" dedik. "İyileşirsem ben de sıkıldım çıkmak istiyorum" dedi. Teyzem, "Cuma günü hasta ve yaşlı bir insanı ziyaret ettiniz çok büyük sevaba girdiniz" dedi. Utandık ve "teyzem o nasıl söz, biz Halil Amcamızı merak ettik sadece" dedik. Geçen hafta Halil Amca biraz daha iyi olmuş.

Artık Halil Amca ne mutlu ki tekrar sokakta, bahar buraya da bence resmen geldi... Halil Amca, yaşadığı felce rağmen çok şanslı çünkü felç öncesi güzel bir hayat yaşamış; felçten önceki zamana dair hafızası berrak, billur gibi ve anlattığı hikayelerin hepsi çok güzel... Umarım gülümsemesi yüzünden hiç eksik olmaz ve umarım ömrü çok uzun olur, tekrar tekrar tanışabilmek için...

6 Nisan 2012 Cuma

Kaymakamlığa ikinci ziyaret

6 Nisan 2012, öğleden sonra.

Kaymakamlıktan içeri girdim, gördüğüm ilk kişiye “Kaymakam burada mı?” dedim. Hayır yok, yukarı katta kalem müdürü var ona iletebilirsiniz" dedi. Kapı açıktı, odaya girdim, “Merhaba Hanfendi, beni hatırladınız mı? Hani kaymakam beyi düğünüme davet etmek için size bir davetiye vermiştim” dedim. Müdüre hanım gülümsedi “Evet, buyrun?” dedi. “Gerçi kaymakam davetime katılmadı ama, ben de iade-i davet isteyecektim” dedim. Müdüre hanım şaşırarak sordu : “Ne davetiyesi?”.
13 Nisan'da Ay Işığı Manastırı açılacakmış, ama her isteyen giremiyormuş, açılışa davetiye istiyorum. Hem de tekne gezisi ve tanıtım kokteyli varmış ne güzel, ben de eğlenirim biraz...” dedim. Müdüre hanımın şaşkınlığı arttı ve “kaymakam bey vermiyor ki daveti” dedi. Ben de “yahu koskoca kaymakam, çevresi geniştir ne var ki sokuversin beni de aradan” dedim. Müdüre hanım “Bakın aşağı katta yazı işleri müdüresi var, benden daha yetkilidir, ona gidin” diyerek beni başından savdı..

Aşağı kata indim, saygıda kusur etmemek için kapıyı iki kere tıklatıp, “girin” sesini duyunca içeri girdim. “Merhaba, beni hatırladınız mı?” dedim. “Hayır, hatırlayamadım.” dedi müdüre hanım. “Hani eşimle beraber nüfüs cüzdanımızdaki din hanesini, birimizinki yin, diğeri yang olarak değiştirmek için dilekçe vermiştik, siz onaylamıştınız ama içişleri bakanlığı kabul etmemişti ya... Hatta siz de felsefe mezunu olduğunuzu söylemiştiniz ve ayaküstü kısa bir felsefe sohbeti yapmıştık?”. “Aaa, evet evet ama önce eşinizi hatırladım” dedi müdüre hanım. Ben de “Elbette, öyle güzel ve akıcı dile sahip bir kadını kim hatırlamaz ki!” dedim”, ikimiz de gülümsedik.

Derdimi kısaca özetledim, dün kapıdan çevrildiğimi, SİT alanlarının ve kültürel varlıkların önemini anlattım. “Kaymakam beye iletir misiniz lütfen beni de davet etsin, hem kültür bakanı da geliyormuş... Beraber biraz sohbet ederiz, konu konuyu açar. Kültür ve sanat dediğiniz; felsefeden, dinden, mitolojiden bağımsız da değildir hem. Ben de derdimi bakana da anlatabilirim, olmaz mı?” dedim. Çok sakin ve olması gerektiği gibi bir yöneticiydi, hiç öfkelenmedi ve telefon numaramı, adımı aldı ve “Ben sözümde dururum, notunuzu ileteceğim ama kaymakam bey geri arar mı, bilemem dedi”. Ben de “Bakın kaymakam bey beni davet ederse, böyle sakin sakin sohbet ederiz, derdimi anlatırım hem bakana, hem mülk sahibine. Ama davet etmezse, tek yol kalır, ifade özgürlüğü babında protesto” dedim.

Vedalaştık ve ayrıldım.

Kedilerin vahşi doğası

6 Nisan 2012, sabah

Sabah 8 gibi sahile indim. Zeytindalı'nda otururken büyükçe erkek bir kedi, yavru bir kediyi sıkıştırdı, yavrucağız korkudan bir sıçradı denize düştü, benden başka kimse de görmedi olayı. Aklım gitti dakikalarca baktım göremedim. Ada küçük bir yer ve genelde beni tanımayanlar biraz deli bilirler bu yüzden umursamadan yerlere yattım, türlü açılardan baktım, ama yok. Bulamayınca da boğulduğunu düşünüp üzüldüm. Birkaç dakika sonra yavrucuğun sesini duyunca eğildim, tam kanalizasyon çıkışında bir oyukta duruyor. Son derece korkmuş. Bir balıkçı geçiyordu rica ettim kayığını yanaştırsana kedi burdan kendi çıkamaz bir alıver yazık günah hayvana dedim. “Çıkar o çıkar” dedi gitti. Sabah saatleri olduğundan fazla kalabalıklaşmamıştı. Pek kimseyi göremeyince ben de Sahil Güvenlik'e gideyim dedim. Sahil Güvenlik teknesi seyire çıktığından pek kimse yoktu, ordaki askerlere durumu anlattım. “Bizle ne ilgisi var?” dedi asker. Dedim ki, “Olay sahilde oldu”. Güldü asker, güzel yüreği varmış geldi benimle umursamamazlık etmedi. Kepini taktı, motora atladık, sahile geldik. Beraber yürürken piyangocu bana selam komutan dedi. Asker de sordu, “yahu neden sana komutan diyor?”. Ben de “beni deli zannettiğinden dalga geçmek için diyor” demedim elbette, “Eskiden harp okulunda okumuştum sonra itaatsizlikle kendimi attırdım, burası küçük yer, duymuştur, ondan diyordur” dedim. Asker de eğildi baktı, kediyi göremedi. “Tekne dönsün komutana söylerim, olur derse küçük botla geliriz” dedi. 15 dakikaya gerçekten bir uzman çavuş ile aynı er, bir balıkçıyla beraber kayıkla geldiler. Kediyi sonunda gördük ama askerler bayağı uğraştı ve kedi korktuğu için içerilere kaçtı. Sahilde askerleri görünce herkes toplandı ve meraklandı. Her iki asker ve balıkçı son derece vicdanlı insanlardı ama nerdeyse yarım saat kedi kendini göstermediği için gittiler. Zeytindalı çalışanları kafayı gösterirse çıkartırız dediler mecburen ben de gittim.

Ay Işığı Manastırı'nı tekrar ziyaret

5 Nisan 2012

Patricia'ya dolaşmaya gittim. Gitmişken de bir Ay Işığı Manastır'ına uğrayayım dedim. Manastırın önüne motoru parkettim. İndim içeri doğru yürümeye çalışırken kapıda bir güvenlik görevlisi “Buyrun?” dedi. Ben de “Hayırlısı olsun, restorasyon bitmiş. Ay Işığı Manastırı 13 Nisan'da açılıyormuş, ben de dolaşmaya geldim” dedim. Görevli şaşırdı, “Hayır içeri giremezsiniz” dedi. Ben de “Neden ki? SİT alanları herkesin kullanımına açıktır, seyahat özgürlüğümü kimse kısıtlayamaz.” dedim. Güvenlik görevlisi “burası özel mülk” dedi. Ben de “Yahu özel mülk olamaz, SİT alanı, hem de içinde tarihi, kültürel bir varlık var, bırakın özel mülkü, içine bungalov bile kurup kalamaz sahibi, hatta bir sahibi bile olamaz, ancak müze olarak kullanılabilir” dedim. Görevli bir şey demedi ve sadece baktı. Ben de dedim ki “iyi bari bir sigara içip dinleneyim bu arada siz de, sahibi kimse bir arayıp geldiğimi haber verin”... Görevli şaşırarak gülümsedi “hayır arayamam” dedi. Ben de dedim ki, “Yahu ben de adada kalıyorum, komşu sayılırız. Ne var ki haber verseniz?”. Görevli cevap vermeyince ben de “Peki o zaman ben adımı ve telefon numaramı bırakayım size, lütfen iletin uğradığımı bir zahmet arayıversin.” dedim. Güvenlik görevlisi bana dedi ki “Bakın ben sizi ılımlı bulduğum için konuşuyorum, sigaranızı için ama buraya giremezsiniz, haber de veremem”. Ben de dedim ki, “Ben de size nezaketiniz için teşekkür ederim ama patronunuz her kimse çok kaba bir insanmış. Hem SİT alanının kapısına belinde silahı olan birini yerleştirmiş, seyahat özgürlüğümü kısıtlıyor hem de bir telefon numarası bırakılmasını bile istemiyor. Benim bildiğim en ulaşılmaz olan sadece Tanrı'dır. Ki kapısını çalanları Tanrı bile geri çevirmemiş.”

Güvenlik görevlisi ismimi sordu, ben de onun. Tanıştık biraz sohbet ettik, tansiyon düştü. Memleketlerimizden bahsettik. Birbirimizle sorunumuzun olmadığından bahsetti ama işi beni içeri almamaktı. Birbirimize kızamadık. Bana dedi ki: "Bak fena mı olmuş burda yol mu vardı, şimdi aracınla gelebildin". Ben de "yahu benim yoldan şikayetim yok ki yürüyüveriyordum. Yol açmak için SİT alanındaki ağaçları kesmek niye, bir ağaç kaç senede yetişiyor biliyor musun? Hem zaten içeri giremiyorum, açılışa da sadece kim seçtiyse-seçkinler davetli. Herhangi bir insanın ne eksiği var?". Cevap veremedi...

Giderken, “Tekrar geleceğim, gezmek için. 13 Nisan'da görüşürüz. Ama içeri almazsan, lütfen mülk sahibine ilet, protesto yasal bir haktır, hatırlatırım” dedim. Giderken yüksek sesle "İşi gücü yok nelerle uğraşıyor..." diye söylenen yaşlı bahçıvanın sesi, motorun uğultusuna karışıp eridi...