1 Ekim 2000 Pazar

Bunların hepsi ibne! Yatırıp sikeceksin bunları!

18 Aralık 2004

Halil, vicdani retçi olduğu için tutuklanmıştı ve apaçık eziyet görüyordu. "Ne yapabiliriz" diyen insanlar olarak bir araya toplandık, tartıştık ve içinde hemen tutuklanması gereken ondan fazla vicdani retçinin de olduğu yaklaşık 30 kişilik bir grup olarak Harbiye Orduevi'nin önünde basın açıklaması yapmaya karar verdik. Devlet durumdan rahatsız olmuştu ve basın açıklamasını yaptırmamaya kararlı idi.

Orduevi önünde polis ile gerginlik başladı. Kaldırımın askeri bölge olduğunu iddia ettiler. Sıra sıra dizilmiş çevik kuvvetin yanında resmi elbiseli bir komiser ve yanında elinde telsizi, amir pozisyonunda olduğu belli sivil giyimli bir polis vardı. Sivil giyimli polis tahminen topluluğun içinde yeralan Mehmet'in eşcinsel kimliğini biliyordu ve yanındaki amire yüksek sesle "Bunların hepsi ibne! Yatırıp sikeceksin bunları!" dedi. "Penis dediğin insanın sadece belinde değil, dilinde de olabiliyormuş ki." diye düşünürken, Mehmet'in gür ve alaycı sesi ile irkildim: "Hep vaat, hep vaat!". Herşey o kadar hızlı oldu ve Mehmet'in hazırcevaplığı o kadar güzeldi ki, sivil polisin terbiyesizliğine öfkelenmeye bile vakit bulamadım.

Amirlerinin yanında dizili çevik kuvvet polisleri amirlerine bakarak gülüşmeye ve hatta bazıları dayanamayıp kahkaha atmaya başladı. Sivil amir kızarıp bozararak çevik kuvvetin arkasına doğru çaktırmadan yürüyüp gözden kayboldu. "Bazı insanlar hayatı boyunca o kadar çok hakarete, dışlanmaya uğramışlardır ki, dilini penis zannedenin takma penisini hadım ediverir sözüyle" diye düşünerek bundan sonra amirlerini kaale alması biraz zor olan ve hala gülümseyen polisleri seyre daldım...

27 Temmuz 2000 Perşembe

Bastıbacak maço

2003 yılı civarları

Evde televizyonda birşeyler seyrediyoruz o esnada apartmanın içinden bir yerlerden çığlıklar, devrilen ve kırılan eşyaların seslerine karışıyor... Huzursuzlanarak sesin kaynağını bulmaya çalışıyoruz ve seslerin tam alt kaltta sonradan yeni evlendiğini öğrendiğimiz bir çiftin oturduğu daireden geldiğini keşfediyoruz. "Vurma yeter artık" diyen ağlamaklı bir kadının sesi içimizi parçalıyor, dayanamayıp aşağı iniyoruz. İnci bana diyor ki, "bu tür durumlarda saldırgan erkek başka bir erkek ile muhattap olunca, durum daha zorlaşabilir, sen merdivende bekle, gerekirse müdahele edersin". İtiraz etmeme rağmen "peki" deyip komşunun kapısının görüş alanından uzaklaşıyorum. İnci kapıyı çalıyor defalarca, ve sonunda erkek olan kapıyı açıyor, nefesini düzeltmekte zorlanarak... İnci, "apartman ile ilgili tüm ev hanımları ile konuşuyorum, eşinizi çağırır mısınız?" diye soruyor adama. Adam "eşim evde yok" diye cevaplıyor. İnci "yahu nasıl olmaz kapıdan gürültünüzü ve eşinizin sesini duydum" diyor. Adam söylenerek içeri gidip çağırıyor eşini. İnci, kadını görür görmez, "Maruz kaldığınız şiddeti duyduk, isterseniz hemen bizimle üst kata gelin, sonra ne gerekiyorsa beraber yaparız" diyor. Kadın, "bir sorun yok" diyor. İnci "yahu nasıl sorun yok, çığlığınızı duydum, böyle bir insandan uzak kalmak lazım. Eğer korkuyorsanız, sakin olun, gerekiyorsa arkadaşlarımızı da çağırırız, size asla ulaşamaz, yakınınızdan geçmeye dahi cesaret edemez. Yetmezse feminist gruplarla çalışıyorum, avukat arkadaşlarımız da var." diyor. Kadın "eşler arasında olur öyle şeyler" deyip kapıyı kapatıyor. Şaşkınlıkla eve dönüyoruz. Az sonra çığlıklar ve fırlatılan eşyaların gürültüsü tekrar başlıyor... Sinirlerimiz bozuluyor... Bu durum birkaç gün devam ediyor.. Sonra apartman çıkış kapısında çiftin erkek olanı ile karşılaşıyorum. Diyorum ki "Yahu, nedir paylaşamadığın? Ayıp değil mi bir insana vurmak?". Adam "biz cahil değiliz ikimiz de iş güç sahibi üniversite mezunu insanlarız" diye cevaplıyor ve gürültü için özür diliyor. Diyorum ki "Bakın sorun olan gürültü değil, eğleniyor olsanız, müzik dinliyor olsanız gelip sizi rahatsız etmezdik. Ama bu yanlış".. Kibarca özür dileyip evine gidiyor adam... Aynı akşam alt kattan sesi sonuna kadar açılmış bir müzik seti eşliğinde çığlıklar yükseliyor.. Hoşgeldin "Otomatik Portakal" !...

7 Haziran 2000 Çarşamba

God is peace, peace is here

2003 civarı olsa gerek...

Sonunda Beşiktaş'ta yeni bir eve taşındık, Ihlamurdere Caddesi'nin en ucunda, pazarın iki arka sokağında... Uzun yıllardır bodrum katı da, çatı katı da olmayan, faresiz bir ev bulabilmenin sevinciyle keyifler yerinde... Eve gidip gelirken komşularla sohbet ediyoruz, epeyce meraklılar... Elden geldiğince meraklarını gideriyoruz. Evli olmamamıza özellikle takılan bir kaç teyze dışında büyük bir sorun yok, onlar da İnci'yi yalnız yakaladığında bitmek tükenmek bilmeyen enerjileriyle en fazla İnci'yi biraz yoruyor, o kadar...

Bir gün evde çalışıyorken, kapı çaldı. Bir apartman sakini, heyecanla zemin kata taşınan yeni komşulardan şikayet ediyordu ve onları imza toplayarak tahliye ettirmeyi kafasına koymuştu. Sayesinde yeni komşularımdan haberdar olabildim. "Sokak kapılarına koca bir haç çizmişler, anlamadığımız birşeyler yazıyor üstünde, gelen giden belli değil. İstemiyoruz bunları" diyerek söze girdi. Uğraşmakla olduğum yazılım probleminin saçma bir gerekçeyle bölünmüş olmasının verdiği sinire rağmen, kendimi tuttum. "Yahu" dedim. "Buradaki bütün ev kadınları, gün düzenler, bir evde 20-30 kişi toplanır. Ne farkı var?" diye sordum "Evi kiralamışlar, yani hukuken kaldıkları sürece onlara ait. Ne isterlerse yazar çizer kapılarına.. Sana ne?" dedim.. "Kocaman yamyam gibi adamlar, korkuyoruz" dedi. Merak ettim aşağı indim. Kapıya bir göz attım, elle kapıya çizilmiş harika bir illüstrasyon. Bir haç ve "God is peace, peace is here" yazıyor... Döndüm komşuma, "bak kapıda 'Tanrı huzurdur, huzur burada' yazıyor" dedim. "Bu kişileri tanımam ama iyi insanlara benziyor" dedim. O sırada yüzü güleç siyahi bir adam açtı kapıyı. Tanıştık. Kendilerini apartmandan attırmaya çalışan komşum ile tanıştırmaya çalıştım, siyahi komşun elini uzattı, agresif komşum yanaşmadı... "Gerçekten yeseymiş keşke komşumu" diye düşünerek eve döndüm. Bir kaç gün sonra, kapı tekrar boyanarak çizimlerin üstü kapatılmış, daire tahliye edilmişti...

15 Nisan 2000 Cumartesi

Çinli misyoner, agresif ağır abi ve müslüman mahallesinde salyangoz satmak

2000'lerin başlarında bir yıl, yaz ayları...

Sabahın körü İnci ile Antalya Otogarı'nda indik, alelacele simit ve çay ile kahvaltı yapıp, çakma Olimpos minibüslerine binip tekrar yola koyulduk. Sulak yerde büyümem vasıtasıyla hiçbir yere sığamadığım için boş bulduğumda hiç kaçırmadığım arka sıranın en sağ koltuğuna kuruldum. İnci yanımda, hemen onun yanında da yüz hatlarından Asyalı olduğunu tahmin ettiğim bir erkek turist. Tatile geldik neşeliyiz, havadan sudan sohbet ede ede gidiyoruz. Bir ara, turist kişi, çantasından bir sürü kitap çıkarttı. İncil'miş. Minibüsün içindeki yolculara teker teker dilinin döndüğünce Türkçe olarak hristiyanlığı da anlatarak birer İncil uzatmaya başladı... En önde oturan orta yaşlarda bir adam da geriye dönüp, Asyalı kişiyi bir anlamda göz hapsine aldı ve sert sert süzmeye başladı. Ben arada hayretle merak ederek turistle konuşuyorum. Çinli imiş, önce hristiyan olmuş sonra Türkiye'ye gelmiş ve aynı minibüsteyiz, İncil dağıtıyor. Çinli'nin Türkçesi neredeyse mükemmel, hafif aksanı olmasa ve Asyalı yüz hatlarını görmeseniz ayırt etmek mümkün değil... Bu sırada öndeki rahatsız olan adam, kendi kendine söylenmeye başladı. "Adama bak be, nerede olduğunun farkında değil, gelmiş bize hristiyan propagandası yapıyor. Burası Türkiye!"... Kafayı yemek üzereyim, bir yandan "ya şurda bir tatile geldik şansa bak" diye hayıflanıyorum, diğer yandan bu saçma tartışma bitsin istiyorum. İkilimiz artık birbirlerini muhattap almaya başladı, Çinli sakince konuşuyor ama öndeki adamın tansiyonu gittikçe çıkıyor. En sonunda öndeki adamın ten rengi kızıla doğru çalmaya başladı ve patladı. Şöförü çekiştirerek minibüsü durdurdu ve Çinli'ye "Müslüman mahallesinde salyangoz mu satıyorsun ulan!" diye bağırarak Çinli'yi dışarı atmak istedi ve diğer yolcuları da fikrine ikna etmeye çalıştı. İnci ile ben de diğer yolcuların bir kaçını ikna ettik, beraberce agresif ağır abiyi sakinleştirmek için "gel bir hava alalım" diye aşağı indirdik. Minibüsten su bulup verdik, biraz konuşmaya çalıştık ama nafile, adamın öfkesi dinmiyor. Adam biraz sakinleşince ona dedim ki "Yahu dedim. Kolay mı? Sen önce kalk Hristiyan ol. Sonra kalk gel Türkiye'ye, Türkçe öğren. Sonra bir de misyoner ol. Kolaysa, sen git Çin'e, Çince öğren ve Çince Kuran dağıt!". Adam ne demek istediğimi pek anlamadı ama öfkesi biraz dindi. Tekrar minibüse bindik... Dayanamadım ve Çinli'ye dönüp, "Hani enternasyonel?" diyerek gülümsedim...

8 Nisan 2000 Cumartesi

Gökten gelen ateş

2005-2006 civarı

Dört kafadar İstanbul'dan Ayvalık'a dönüyoruz, hava kararalı bayağı bi olmuş... Arabayı kullanan arkadaşımız Alp, bi tek o ayık ama onun ayıklığı zaten sarhoş gibi. Diğer üçümüz ise körkütük sarhoşuz. Gırla muhabbetin ardından bünyeler yorulmuş, herkes hafiften kaykılmış, uyku ile uyanıklık arası bir haldeyiz... "Yol bitse de varsak bi dinlensek" diyoruz.

Edremit arkada kaldı, sanırım Burhaniye yakınlarında bi yerde, Alp'in yanında sağda Yavuz var elini kaldırdı, yukarı göstererek şaşkınlıkla sadece "a-aaaaa" diyebildi. Bu sırada, yine sağda arkada oturan İnci, hafif eğilerek camdan baktı ve "a-aaaaa" diyerek aynı şaşkın ifade ile kalakaldı. Sanki hipnoz olmuşlar, bizi duymuyorlar. Alp ile "noluyor yahu?" diyoruz ama her ikisinden de cevap yok resmen kilitlendiler kafalarını geriye çevirip çevirip duruyorlar. Neyse biraz sakinleştiler. Yavuz "me-me meteor" diyebildi. Biraz kendini topladı ve "5-10 metre yanımıza meteor düştü" diye ekledi. İnci de onayladı. Sonra "Nereye düştü? Ne meteor mu?" derken bikaç kilometre ilerlemişizdir. Bir süre tartıştık, dalga geçtik, sonra da Alp ile "hadi len" dedik. Eve vardık hala ikna etmeye çalışıyorlar, saçmalığa bak... Daha önce herkes birbirini defalarca keklemiş olduğundan inanmadık, hem körkütük sarhoşluk da cabası...

İki gün geçti, gazete okuyorum. Alp'i yanıma çağırdım, gastedeki küçük bir haberi gösterdim. O gün, tam bizim olduğumuz yerde, o saatte düşen meteorun haberi. Hatta yol kenarındaki tarlanın sahibi, meteor kalıntılarını bir üniversiteye 10 bin dolara satmış, Alp ile "tüh!" dedik.

Durumun benim için bir iyi, bir kötü tarafı var. Kötüsü şu ki, ben özellikle yaz aylarında meteor yağmurlarını seyretmeyi çok severim. Geceleri gözüm gökyüzünde, "bir yıldız kaysa da, o anı kaçırmasam" diye saatlerce boynum tutulana kadar bekler bekler dururum. Ama burnumuzun dibine düşen o meteoru kaçırdım. İyisi de şu, tamam eminim çok güzel bir görüntü ama, Yavuz ile İnci'nin muhtemelen 2-3 saniye içinde hayatları gözlerinin önünden bir film şeridi gibi geçmiştir. Düşünsenize taa atmosfere girdiği andan itibaren tam üstünüze hızla ve büyüyerek gelen bir ateş topunu görüyorsunuz. İnsanın ömründen bir kaç ay gider be... Daha fenası tam arkamızda olan araba... Perspektif olarak en korkutucu sahneyi onlar yaşamıştır. Az daha dünya üzerinde otomobil ile seyahat ederken üzerlerine düşen meteor sonucu mefta olan 4 kafadar diye gazetelerde haber olacaktık.

Ama yine de çok üzüldüm. Dibime meteor düştü ve ben bunu göremedim.