18 Haziran 2012 Pazartesi

Asosyal Güvenlik Kurumu

Dün acilde doktorun söylediği üzere, ayrıntılı bir kan tahlili yaptırabilmek için önce SGK'daki problemi halletmemiz gerekiyordu. Kan tahlili yapmak için de bilirsiniz, aç kalmak lazım. Aç karnına önce SGK'nın yerini bulduk, güvenlik bizi buyur etti, sıra numarası verdi ve oturduk.. Önümüzde sadece iki kişi vardı ama sıra bir türlü ilerlemiyordu. Sevdicek de hem hasta hem aç karnına, hem de regl ağrısı çekiyor, haliyle biraz huysuzdu, hem de hastaneye geç kalırsak muayeneye yetişemeyecektik. Gişedeki görevli, sıradaki kişiyle konuşup, içerideki bir masaya gidip dakikalarca gelmiyordu. Sinirim bozuldu ama sakince bankoya ilerleyip, "bakın burada iki güvenlik görevlisi var ama gişede sadece bir kişi var, daha hızlı olamaz mısınız?" diye sordum. Gişe görevlisi gülümseyerek sakince "sistemler biraz yavaş" diye cevap verdi, içeride masada oturan amir ters ters baktı. Yerime geçtim...

Sıra bize geldi, gişeye gittim, kimliğimi uzatıp "Bakın ben şu an işsizlik sigortası alıyorum ve 30 Haziran'da sona eriyor. Ama hastanede sigortam gözükmedi" dedim. Çok muhlis ve babacan tavırları olan gişe görevlisi, "bir bakalım" dedi, içerideki masaya geçti, beni de yanına davet etti. Beş dakika sonra yazıcıdan çıkarttığı dökümü bana gösterdi. İşsizlik sigortam iki yıl önce bitmiş gözüküyordu. Adını hatırlayamadığım için "Muhlis Bey" olarak adlandıracağım görevliye durumu izah etmeye başladım. "Bakın Muhlis Bey, bu bilgi doğru ama eksik. Patronum beni bir kere işten çıkardı, işsizlik sigortasına hak kazandım. Sonra işsizlik sigortam henüz devam ederken tekrar işe aldı, sonra tekrar işten çıkardı. Ve şu anda tekrar işsizlik maaşı alıyorum" dedim. Gülümsedi ve "Ama bizim kayıtlarda gözükmüyor" dedi. Bendeki nörönlar yavaş yavaş aralarındaki iletişimi hızlandırmaya başladılar, ama Muhlis Bey'e nasıl kızabilirim ki?

Muhlis Bey, yan masadaki amirini gösterdi, bankonun içine girdim, amirin masasına oturdum. Son derece ciddi suratı ve mimikleri ile döküme baktı ve beni azarlar bir ses tonu ile, "İşkur'dan bize belge getirmeniz gerekli" dedi. Bir yandan gözüm sevdicekte, hem halsiz hem huysuz hem hasta... Öfkemi içimde tutarak, "bakın, kimliğim burada. Yalan söyleyecek halim yok. Ayvalık'ta İşkur yok, Edremit'e ya da Altınova'ya niye gideyim? Ayrıca hata size ait. Hem eşim hasta ve acilen tahlil yaptırmamız gerekiyor. İşsizlik sigortası aldığıma göre paramız olmadığını da tahmin edebilirsiniz." dedim. Amir telefonla bir yeri aradı ve telefona çıkan kişiye "Burada bir vatandaşın işsizlik sigortası aldığı tezi var" dedi... "Tez" lafını duyunca bende film koptu. İnsanların bilmediği kelimeleri kullanmasına tahammül edemiyorum ne yazık ki. "Benim istediğim sadece sentez!" dedim. Amir köpürdü ve "Ben ne yalancılar gördüm, belge getirmeden olmaz!" dedi. Ben de "yanımda taşımam gereken tek belge bu kimlik değil mi? Hani e-devlet vardı? Zaten olan e-devlet de devletin kendisi gibi. Ufacık bir bilgiye ulaşmak için çay demlenir o sürede.  Hem vatandaş sizin getir götür işlerinizi mi yapacak? Kimi arayacaksan ara, çöz bu problemi" dedim. O sırada Muhlis bey söze girdi ve "Zaten bu bilgisayarlar hiç çalışmıyor, kimse de ilgilenmiyor" dedi. Amir daha da köpürdü ve beni kovarak üst kattaki şefe yönlendirdi.

Şefe durumu izah ettim. Yapabileceği birşey olmadığını söyledi. "Devlet niye var?" diye sordum şefe... "Sistem böyle, sizin keyfinize göre hareket edemeyiz" dedi. "Yahu ne keyfi, acile gitmemiz gerekli, beni kendi hatanız yüzünden başka bir ilçeye kağıt almak için gönderiyorsunuz" dedim. "Nerden bileyim doğru söylediğini, ben neler gördüm" dedi. "Yahu esas olan beyandır. Siz benim beyanıma göre hareket etmelisiniz, daha sonra yalan söylediğimi tespit ederseniz de işlem başlatırsınız" dedim. Bir türlü senteze gelemedik, tekrar aşağıya indim.

Sevdicek olaya şahit olduğundan iyice sinirleri bozuldu, eve gittik. Evde telaşla belge ararken, İşkur'un PTT aracılığı ile gönderdiği paranın alındı belgesini buldum. Tek başıma tekrar SGK'ya gittim. Güvenlik karşıladı yine ve durumu kendilerine anlattım. Aklı başında insanlardı ve beni tekrar amire götürdüler. Amire gösterdim belgeyi ve dedim ki "Bakın dedim, üstünde gönderen olarak İşkur, açıklamada da işsizlik ödeneği yazıyor. Tarihi de bu ay başı. Sizdeki kayıtlarda ise 2 yıl önce bitmiş gözüküyor. İşkur bana hayrına para gönderecek değil ya alın size belge, kayıtlarınızı düzeltin" dedim. Amir "hayır işkurdan belge getirmen gerekiyor" dedi. Ben de "yahu İşkur daha önce bana bir kere belge vermişti, ama imzalı mühürlü birşey değil ki, işkurun web sitesinden bastırdığı, resmi geçerliliği olmayan bir kağıt veriyor. Aynı işi buradan siz de yapabilirsiniz, Edremit'e gitmeme ne gerek var? Hem eşim hasta, acilden sonra buraya geldik, geç kaldığımız için hastalığı ağırlaşsa vicdanın hiç mi sızlamayacak?" diye sordum. Sinirli bir şekilde "Güvenlik!" diye bağırdı ve "Alın bunu şefe götürün" dedi.İçimden "Yıllarca beraber çalıştığın insanın adını bile bilme, güvenlik diye bağır anca sen" diye geçirerek insan gibi insan olan güvenlik ile beraber asansöre bindik. Güvenlik "hakkını aramadan olmuyor işte" dedi ve asansörün aydınlatması bozuk olduğu için karanlıkta üst kata çıktık. "Asansör yeni tamir edilmişti ama aydınlatma yine bozuldu" diye ekledi.

Şefin karşısına tekrar oturdum. PTT'nin verdiği alındı belgesini gösterdim. Aynı şeyleri anlattım. Bu sefer şef de biraz daha sinirliydi. "Düştüğümüz hale bak, bu bir devlet kurumu, oturmuş kuralları, uygulamaları var" dedi. "Yahu dedim, bir web sitesinden döküm almak için neden Edremit'e gideyim? Hangi çağda yaşıyoruz? Bu devlet insanı delirtir! Neden eğer sistemde bir yanlışlık varsa düzeltmezsiniz? Tekrar etmemesi için önlem almazsınız? Hem siz bakıp bastıramaz mısınız lütfen?" diye sordum. Şef bilgisayarına döndü ve Google'ı açtı. "Ne yapacağız?" diye sordu. Yutkundum. "Yahu siz şef değil misiniz? İşkur yazın Google'a" dedim. Şef, İşkur'un sitesini açtı ve "Burdan nereye gireceğiz?" diye sordu. İçimden "Hay senin gibi şefe, sana eğitim ve makam veren devlete..." diye başlayan fikirler geçti ama içimde tuttum. "Boşverin, bari bana Balıkesir İşkur'un numarasını verin bir zahmet, bir telefon numarası almak için 20 km tekrar eve git-gel yapmayayım" diye rica ettim. Şef söylenerek telefon numarasını verdi. Aşağı kata indim, Balıkesir İşkur'u arayarak, amirin duyacağı ses tonuyla yüksek sesle konuşmaya başladım. Telefondaki kişinin adı da tesadüf, amirin adı ile aynı çıktı. Kimlik numaramı sordu, söyledim. "Kusura bakmayın, onbinde bir meydana gelen bir hata var, o da sizin başınıza gelmiş, bir faks numarası verin belgeyi göndereyim" dedi. "Neden ben? Neden diğer 9,999 insan değil de ben?" diye düşünerek güvenliğe sordum ve  "bak keramet isimde değilmiş, isimler aynı ama davranış farklı" dedim, gülümsedi ve faks numarasını öğrenip söyledi. Telefondaki kibar beye "bana insan gibi davrandığınız için teşekkür ederim" dedim sesimi amire duyurarak... Her iki güvenlik de kıs kıs gülerek bana yer gösterdi, oturup faksın gelmesini bekledim. On dakika sonra faks geldi, amir beni tekrar güvenlik ile şefe elimde bir form ile gönderdi. Şefe "zaten sizde olan bilgileri neden tekrar bana bir form ile dolturtuyorsunuz?" diye sordum, ters ters baktı. Aşağı inip formu amire verdim, "biz girişi yaparız artık siz gidin" dedi ve arka kapıdan binanın dışına çıktı, arkasından da şef takip etti...

Saatime baktım, henüz mesai saati. Güvenliğe dönüp "kardeşim, bak benim daha işim bitmedi, buradan sigorta kapsamında olduğumu ispatlayan bir kağıt alıp hastaneye götürmem gerekli. Bir zahmet, çık dışarı, mesai saatinde sigara içen amiri çağır buraya işimi bitirsin" dedim. Güvenlik sırıtarak çıktı dışarı, amir tıpış tıpış gelip işimi halletti, gülümseyerek teşekkür ettim amire...

Dışarı çıkarken yüksek sesle her iki güvenliğe de "SGK'nın sosyal'i gitmiş, güvenliği kalmış. Her ikinize de teşekkür ederim" dedim, güvenlik görevlilerinin gülümseyen yüzlerine...

17 Haziran 2012 Pazar

Gölge et başka ihsan istemem

Haziran ayının sanırım ikinci yarısında bir gün....

Geçen yıl sevdiceğin gazı ile Şubat ayında eğlenceli bir hikaye ile ilk kez denize girdik ama bu yaz henüz hiç denize gitmemiştik. Açılışı yapalım dedik ve kafamıza da güneş geçmesin diye akşamüstü 6 gibi yola çıktık. Yol alt tarafı altı-yedi kilometre, 3 kilometresi asfalt, ama toprak yol yer yer yarım metre derinliği bulan çukurlar ve kum tepeleri ile dolu... Çukurlar sevgili Sabancı ailesinden yadigar... Sağolsunlar parayla gaspettikleri kültürel varlığı konuta dönüştürürken, kolum kalınlığında elektrik kabloları döşediler ve koca kamyonları ile yolu delik deşik ettiler. Ama haklarını yememek lazım, yurtdışında izleyicisi çok olan canavar kamyon yarışlarını Ayvalık'a bedelsiz getirerek halka hizmet de ettiler. Artık şantiye şefi kamyon şöförlerine "burası tabakhane, yetişecek bok var" talimatı filan mı verdi bilmiyorum, iki yıl boyunca bolca tozlarını yuttuk. Ayvalıklıların ve Cundalıların aynı yolda, toz kaldırıp rahatsız etmeyelim diye birilerini gördüğünde yavaşlaması ne kadar insanca ise, devasa bir sürü kamyonun son sürat toprak yolda üstünüze gelmesi üstelik el kol hareketi, selektör gibi uyaranları "daha fazla toz ve korku mu istiyorsun?" diye anlayıp gaza abanıp dibinizden süratle geçmesi o kadar düşmancaydı... Plazalarda beyaz yakalıları afili mekanlarda oryantasyona sokmaya benzemiyor elbette; kamyon şöförlerine "insan gibi sür" demek, Sabancı da haklı tabii kendince...  Üstüne belediyenin yol kenarlarına döktüğü kumlar da kaymaklı ekmek kadayıfı olmuş... Bu yıl açılışı yapılan Zeytin Müzesi için gelen Midilli valisi, Balıkesir valisi ve milletvekillerine rezil olmamak amaçlı olsa gerek; belediye utancından yol kenarlarına "çalışıyoruz" izlenimi vermek için döktüğü ama asla dokunmadığı kum tepeleri ile adrenalin bağımlıları için pist hazırlamıştı. Biz iki ayarsız değerini bilemedik tabii. Fakat bizim aradığımız adrenalin dolu bir off-road macerası değil, sadece o güzelim koyda içimiz dışımıza çıkmadan yol alabilmekti...

Neyse.... Paramız olmadığı için "birinci deniz beyi"nin mekanını geçtik, "ikinci deniz beyi"nin mekanına gelmeden önceki arada boş bulduğumuz bir yerde durduk. Birinci deniz beyinin mekanı iki sene önce oturduğumuz plastik masa ve dandik şemsiye için 20 lira istemişti, ikinci deniz beyinin mekanı da zaten ödeyemeyeceğimiz kadar pahalıydı... "Oh ne ala memleket, dere beyleri akarsuyun başını tutmuş, suyu satıyor, fabrikaları ve madenleri ile kirletiyor, baraj yapıyor, halkı susuz bırakıyor ya da zehirli suya mahkum ediyor... Deniz beyleri de kıyıları tutmuş, devlet göstermelik kıyı kanununu bile uygulayamıyor, burası benim diyen, sanki o doğa güzelliğini kendisi yaratmış gibi, kafasına göre dandik bi şemsiyenin gölgesini satıyor" diye düşündüm... Devlet zanneder ki ben hep ters bir insanım. İskender gelse bir gün "Gölge etme başka ihsan istemem" değil, "Gölge et başka ihsan istemem" diyeceğim kafamıza güneş geçmesin diye, ama yine de çekiniyor gelmeye... Böyle dalgın dalgın düşünürken bir baktım sevdiceğin beti benzi attı ve midesinin bulandığını söyledi. Bozuk yoldan ve sıcaktan olduğunu düşünerek "denize girelim, serinlersen belki iyi gelir" dedim ve azcık deniz içinde ilerledik, sevdicek midesinde ne varsa boşalttı, ve hem ağzından hem burnundan kan gelmeye başladı. Hemen kıyıya döndük sevdicek yere yığıldı, kendinden geçti... Telaştan ne yapacağımı şaşırdım. İkinci deniz beyine gittim ve durumu anlatarak motorsiklet ile baygın sevdiceği götüreyemeceğimi söyleyerek yardım talep ettim ve bir arkadaşımızı arayarak değirmenin oraya arabasıyla gelmesini rica ettim. Deniz beyi vicdanlı insanmış, bir çalışanına söyledi ve araba ile sevdiceği değirmenin olduğu kavşağa kadar bıraktı çalışan... Otobüs durağının yanında indik, bizi bırakan adama teşekkür ediyordum ki, sevdicek kaldırım kenarında yere yığıldı tekrar... Hemen o sırada bir araç durdu ve iki kişi indi, "biz jandarmayız, kaza mı oldu? İsterseniz hastaneye bırakalım" dediler. "Güneş çarptı sanırım, arkadaşımız arabasıyla gelmek üzere, teşekkür ederim" dedim, o esnada arkadaşımız geldi. Alelacele hastaneye yetiştik.

 Acil servis, geçen seferki maceramıza göre biraz daha iyi durumdaydı, gözetim altına alınan kişiler için bir oda daha açılmıştı, nispeten temizdi ve çalışanlar güleryüzlü idi. Şaşırdım... Kayıt yaptırırken, bir sosyal güvencemiz olmadığı ortaya çıktı, şaşırmadım. İşsizlik sigortamın olduğunu anlattım, bana bir kağıt imzalattılar ve yarın muhakkak SGK'dan bu kağıdı götürüp başka bir kağıt almam gerektiğini tembih ettiler, zaten imzaladığım kağıtta aksi halde tüm masrafları karşılamam gerektiği yazıyordu. Sinirim bozuldu ama önemsemedim...

 Doktor ile sohbet ederken, sevdiceğin sıcağa ve güneşe hassas olduğunu, özellikle yazları çabuk yorulduğunu anlatıp "neden olabilir?" diye sordum, psikolojik olabileceğini söyledi... "Tamam tüm Ayvalık bizi deli diye biliyor ama güneş de psikolojimizi bozmuyor ki, delileri güneş hiç mi çarpmaz?" diye düşündüm ama bu sefer arıza yaşamadan şurdan çıkalım diye içimde tuttum yine... Çok az vakit geçtikten sonra Ayvalık'tan tanıştığım bir veteriner, arkadaşını getirdi, yatağa yatırıp oksijen verip serum bağladılar. Sonra öğrendim ki, stres yaşadığında kalbinin ritmi bozuluyormuş. Doktor da, psikolojik diye ilgilenmemiş. Yaşadığım ülkeden tekrar utandım. "Önüne gelen psikiyatrist olmuş. Sebep ne olursa olsun, kalbinin ritmi bozulmuşsa, burası acil servis değil mi?... Senin işin hastayı gözetim altında tutmak ve problemi gidermek değil mi?" diye düşündüm... O sırada sinirli arkadaş vücüduna bağlı hortumları söktü ve söylenerek gitti.

Bir kaç saat içinde sevdicek kendine geldi, güleryüzlü hemşireye teşekkür ettik ve eve döndük..