17 Eylül 1990 Pazartesi

17 Ağustos 1999 saat 3:02

Bir gün önce acaba üniversite personelinin eposta adresleri elde edilebilir mi denemelerimin müspet sonucu sayesinde; çoğunluğu akademisyenlerin, öğrencilerin ve devlet görevlilerinin eposta adreslerini -beceriksiz adminler sağolsun- bulmuş ve bir adet de toplu eposta gönderim yazılımı üretmiştim. Artık açılışını yeni yaptığımız savaş karşıtları sitesinin duyurusunu yapabilecektik.

Akşam saatlerinde Gökhan ve Ahmet ile beraber, makara yapa yapa Nisyan Dergisi'nin bir iş hanında bulunan Beyoğlu'ndaki bürosuna gittik, neşemiz yerindeydi. Bilirsiniz, gönüllü işlerin yapıldığı mekanlar ucuz olduğu için ya bodrum katlarında, ya asansörsüz köhne binaların en üst katında olur, bu büro en üstteydi. Bir yandan muhabbet ederken, toplamış olduğum onbinlerce eposta adresine yazdığım ilk politik metin olan kısa duyuruyu gönderiyorduk. Gönderim sırasında Gökhan başlığa itiraz etti, bayağı bi tartıştık. İkna olmasam da, ne farkeder diyerek gönderimin yarısı sırasında başlığı değiştirdik.

Gece saat bir civarı Gökhan geç oldu ben gideyim diyerek vedalaştı, ayrıldık. Saat 3.02'de ben bazı tıkırtılar duymaya başladım. Ahmet'e "olum bu saatte kim gelecek, duyuru yüzünden polis gelmiş olmasın?" diye panikle sordum. Ahmet de kulak kesildi, tıkırtılar gürültü, hatta uğultu düzeyine yükselmeye başladı. Ahmet, "ne polisi be, deprem oluyor!" dedi. Ben korkmaya başladıkça, korkuyu Ahmet'e de bulaştırdım. Önce, portatif bezden bir kamp yatağının altına girmeye çalıştım, saçmaladığımı farkedince ikimiz beraber kapı kirişinin altına girdik, o telaşla hatırladığımız bilgi kırıntılarının yardımıyla... Sartıntı artmaya, sıvalar dökülmeye, eşyalar devrilmeye başladı. Panik içinde oda içinde koşuşturduk, hatta yan binanın bir iki kat altta olan çatısına atlamaya bile çalıştık, ama pencere kaynaklanmış idi başaramadık. Korkudan mefta olmak üzereyken sarsıntı azaldı ve nefes nefese en alt kata indik. Kapıya elimi uzattım ve kapı kilitli! Artçı sarsıntılar aklımıza geldi, Kafayı yemek üzereyken zemin kattaki restoranda çalışan ve kalacak başka yeri olmadığı için işyerinde konaklayan garson elinde anahtarı ile imdadımıza yetişti. Dışarı çıktım, gecenin o saati mahşeri bir kalabalık. Aklıma hemen anneme haber vermek geldi, telaşlanacağını bildiğimden. Aradım evde yoktu telesekretere not bıraktım, iyi ki aklıma gelmiş zaten sonrasında en az bir gün telefonlar çalışmadı. O gün olanların büyüklüğünü, Taksim çok fazla etkilenmediği için anlayamadım.

Sabahın köründe Gökhan'ı aradım. "Dış kapıyı niye kilitledin be!" diye kızdım. Gökhan uykulu bir sesle, "aaa siz yaşıyor musunuz? O binadan sağ çıkamazsınız diye düşünmüştüm, zaten eski ve kendiliğinden yıkılacak gibiydi" dedi. Bu arkadaşım, inşaat mühendisi. Bu lafın üstüne sinirim geçti. Sonra öç almak amaçlı kendisine, bir Rus cumhuriyetinde -50 derecede çalışırken, ortadoğuda +50 dereceye başka bir şantiyeye aynı gün içinde gittiği için "pastörize Gökhan" lakabı taktım ama tutmadı, kimse kullanmadı.

Evim de Taksim'deydi, depremden çok korktuğum için meydana çadır kurdum. İlk bir iki gün polis rahatsız etti ama, "isterseniz anahtarı vereyim gidin eski mi eski evimde siz kalın" deyince ikna oldular.

Teyzemin oğlunun evi Avcılar'daydı, kendisi işyerinde nöbetçi iken, eşi ve kızı evdeyken 5 katlı apartman çökmüş. Her ikisinin de burnu bile kanamamış ama evsiz kaldılar. Annem televizyonda perdelerinden tanıyıp hemen İstanbul'a gelmiş.

O gün bugündür birisi arkamdan sandalyemi sarssa, korkarım.

15 Nisan 1990 Pazar

Delilerden sen anlarsın, konuş onlarla...

1990'ların başları...

Beşiktaş'ta evden çıktım, Şair Nedim Caddesi'nde Taksim dolmuşlarına doğru yürürken bugüne kadarki uzaktan da olsa tanıdığım, adını ne yazık ki hatırlamadığım en sevimli deliyi gördüm bir kez daha. Delimiz, Beşiktaş Çarşı esnafının göz bebeği, sevdiği, koruduğu ve kolladığı kendi halinde ve kimseye hiçbir zararı olmayan bir insandı,  kendini otomobil zannederdi... Esnaf karnını doyurur, kötü davranmadığı gibi aksine üstüne titrerdi... Bir süre sonra esnaf eline bir direksiyon tutuşturmuş, üstüne de havalı bir korna koymuş. Çarşı'da delinin gelen geçeni korna ile şaşırtması ve bazen yürüyenlerin dalgınlığı ile hafif korkmasından eğleniyorlar, canlar sıkılmıyor, tebessüm her daima yüzlerde...

İşte o gün, delimiz Beşiktaş'ı bilenler bilir, tek şeritli caddemizde yolun ortasında durmuş, arkada bayağı bir trafik birikmiş. Bir curcuna... Arabasının kornasına basanlar, yüksek sesle söylenenler ve olan biteni gülerek izleyen esnaf ve Beşiktaşlılar... En öndeki otomobilin sürücüsü aşağı inmiş, sinirli ve öfkeli bir şekilde bağırıyor : "Deli misin be adam! Yürüsene, yolu kapatma". Gülümsüyorum... "Elinde direksiyon, yolun ortasında duran  birine, 'deli misin?' diye sormak ancak bir akıllının yapacağı iştir elbette" diye düşünüyorum... O sırada delimiz "Gidemem, araba bozuldu" diyor. Sinirli sürücü daha da öfkelenerek delinin üstüne yürüyor, ya dövecek ya ite kaka yolu açacak. Tabii sürücü Beşiktaş esnafını tanımaz ki... Esnaf ile deli arasındaki sevgi bağını bilmez ki... Fiske vursa, kendisinin karşılaşacağı muamele doğru olmasa da, o caddeden hastanelik olmadan çıkamaz, gerçek bu ama farkında değil... İçimden "Ya bu tür durumlar niye hep beni bulur" diye hayıflanarak yanlarına gittim. Şöföre dedim ki, "Sen onun dilini bilmiyorsun, çekil kenara". Sinirli bir şekilde "ya nasıl konuşacaktım?" dedi. Delinin önüne geçtim ve "Çekici geldi" dedim. Deli elini belime doladı ve kornasını çalmaya başladı, Beşiktaş esnafının gülüşmeleri arasında bozulan arabayı yolun kenarına çektik...

9 Nisan 1990 Pazartesi

12 Kasım 1999 saat 18:57

Akşamüstü Olcay ile buluştuk, Olcay, "kanka gelsene, akşam geyik çeviririz" dedi, beraver eve gittik. Olcay ve ev arkadaşı Ferka; Fatih'te hem ucuz, hem okula yakın, hem de kaloriferli diye uygun bir ev bulmuşlar... Evin içi gayet güzel ve özenli...

Olcay'ın odasında yer yatağı üzerinde oturuyoruz, Ferka'nın işi var. Hem muhabbet ediyoruz hem de Olcay "Çocuklardan Tanrıya Mektuplar" adında bir kitaptan bölümler okuyor. Çocukların içtenlikle Tanrıya yazdıkları türlü türlü ruh halleri, sorular, sitemler, dilekler... Çok içten ve sevimli, sürekli gülüyoruz. Saat tam 18:57 olduğunda, Olcay'a "kanka amma güldün be yatağı sallıyorsun" dedim. Olcay hala sarsıla sarsıla mektuplara gülüyor bir yandan "evet evet değil mi?" diye sordu. Sonra gülmesi yavaşça donuklaştı ve "yuri deprem oluyor" dedi. Ben önceki tecrübeden panikle fırladım ve hemen ayakkabılarımı giymeye başladım. Olcay "yuri bu şekilde dışarı çıkamazsın!" dedi. Anlayamadım, "neden?" dedim. "Üstündeki şort çok kısa, burası Fatih" dedi. Tabii biz bunları konuşurken duvarlar üstümüze üstümüze geliyor, eşyalar devriliyor, ayakta zor duruyoruz. İçimden bir şarkıyı haykırmak geliyor... Saniyeler geçmiyor, zaman duruyor kafamın içinde... Bir yandan telaşla üzerimdeki şortu çıkartıyorum, diğer yandan mahalle baskısı denilen kavramın vardığı en üst noktayı düşünüyorum... Sadece kendi kendime dediğim "lan" hitabı ile içimdeki diğer benlere sesleniyorum: "Lan baksana memleket ne hale gelmiş, yüreklere nasıl bir korku yerleşmiş... Deprem olmuş, insanlar sokağa böyle çıkarsam başıma ne gelir diye hesap kitap yapıyor". O sırada kendi iç muhabbetim Olcay'ın panik dolu çığlığıyla bölünüyor: "Ferka nerede? Ferka yok!". Saniyeler içinde tüm odalara bakıyoruz ve Ferka'yı banyoda makyaj yaparken buluyoruz. Ben korkudan altıma yapmak üzereyken Ferka'yı o halde ve rahatlıkla görünce sinirlerim boşalıyor haliyle... "Ferka ne yapıyorsun? Deprem oluyor hadi bina yıkılacak inelim aşağı!" diyerek koluna yapışıyorum. Ferka, "hayatta makyajsız dışarı çıkmam, ölürüm daha iyi" diyerek beni kilitliyor. Bu arada Ferka, çok güzel bir kadın. Makyaja ihtiyacı yok ama tabii kendi bilir.

Depremin şiddeti azalıyor... Sakince aşağı iniyor ve daha güvenli olacağını düşünerek Taksim'de bahçesi olan bir mekana kapağı atıyoruz...

Bir dakika içine sığan bu kadar çok detay ile, kendimi evrenin soytarısı gibi hissediyorum...

8 Ocak 1990 Pazartesi

Polis dediğin; hırsızı, kaçakçıyı gözünden tanır.

1990 yılı, tam hatırlamadığım bir tarihteki yaz gecesi..

Efenim, kafam bozulduğunda benim bir karton kutum vardı, içine şarabımı, çerezimi koyar, Beşiktaş'tan Ortaköy'e yürür; köprü ayağının yakınındaki parka  ya da Ortaköy sahilde balıkçı barakalarına gider kendi halimde demlenirdim, balıkçılarla rastlaşırsak da beraber şarabımızı paylaşır dertleşirdik. Bir gün moralim sıfır, yine aldım kutumu gecenin körü yürüyorum. Bu sefer köprünün ayağına gideyim dedim. Dedim ama Ortaköy Karakolu önünden geçerken kapıdaki polis, elinde de kocaman bir tüfek; “Genç, gel bakiim buraya!” dedi. Gittim yanına, “Nereye böyle?” dedi. Ben de aynen anlattım, “Bakın dedim, benim bir kutum var, her kafam bozulduğunda içine şarabımı, çerezimi koyarım, köprünün ayağının oraya gider demlenirim” dedim. Polis de “dolaşmayacaksın bu saatte!” dedi. Henüz gencim ya, şaşırdım: “Neden?” dedim. “Bu saatte sadece hırsızlar ve kaçakçılar dolaşır dışarıda!” dedi. Ben de “E peki sen arıyorsun o zaman dışarda?” dedim. Polis şaşırdı ve “Ne demek ne arıyorum dışarıda, görmüyorsun? Karakolun önünde nöbet bekliyorum!” dedi. “İyi de, sen biraz önce bu saatte sadece hırsızlar ve kaçakçılar dolaşır demedin mi? Hırsız mısın, kaçakçı mısın?” dedim. Polis sinirlendi ve “Bela mısın be yürü git!” dedi. Ben de “Neden bela olayım yahu ben zaten yürüyordum, sen beni durdurdun” dedim. Baktım ortam gerginleşiyor, “Zaten yürüyen birini önce kabalıkla durdurup, sonra da 'yürü lan ' deyince daha hızlı gidilmez ki” düşüncesini içimde tutarak devam ettim, ama bi yandan da rahatlamadım değil...