1 Şubat 1980 Cuma

Askeri lisede FM verici ile haytalık

1989 Yılı civarı, önceki ya da sonraki yıl da olabilir

Heybeliada'da, ada içinde adadayız. Derslerden, etüd zamanından ve zorunlu spor saatleri gibi etkinliklerden arta kalan boş zamanlarda canlar sıkılıyor; ergenlik yaşlarının etkisiyle de enerji had safhada... Bu can sıkıntısını el şakaları ile giderenler olsa da, sıkıntımı giderecek başka eğlencelikler arayışındayım... Örneğin lakap takmak yaygın bir eğlence aracı... Okulda herkesin, tüm öğrencilerin ve subayların istinasız lakabı, fazla göze batanların ise birsürü lakabı var. Ne yaparsanız yapın, lakap takılmasından kimsenin kurtuluşu yok.. Bu lakaplar bazen zekice tespitler içeriyor, bazen de çok acımasızca ve dalga geçilen kişinin kusuru, bedeni ya da kişisel farklılığı ile ilgili olabiliyor. Subayların lakabı ortada pek dillendirilmezdi ama bir şekilde muhakkak haberleri olurdu...

Misal benim ayakların büyüklüğü ve vücudumun orantısızlığı sağolsun "palet", "L", UFO (aklınıza hemen "unidentifed flying object" gelmesin, burdaki manası "unidentifed floating object") gibi lakaplar; ve spastik, soyut, abstract gibi başka başka lakaplar aklıma takılanlar. En gururla taşıdığım lakap tahmin edersiniz ki "soyut" ve İngilizcesi "abstract" oldu. Bir nevi hediye gibi! Diyelim ki beni aşağılamak için birisi "soyut" diyor, ben gururdan bişey yapamaz haldeyim, daha ne isterim ki...

Olay kahramanlarından birisi, hala subay olduğu için ismini zikretmenin nazik olmayacağı bir arkadaşım. Kendisiyle, okulda uzaylı olarak işaretlenmemize sebep olan konular ortak ilgi alanımız... Misal bilgisayar labarotuvarındaki eski, kullanılmayan alet edevatlar ikimiz için paha biçilemeyen antik bir müze değerinde. Veri kaydetme amaçlı kullanılan delikli kartlar, 8 inchlik disketler ve türlü türlü değişik, keşfedilmeyi, kurcalanılmayı hakeden bir define sandığı...

Arkadaşım hem yazılım ile ilgileniyor, hem de gizli kalmış bir elektronik dehası...  Hobi amaçlı bir FM radyo vericisi fikri ortaya çıkıyor.  Bu arkadaş tahmin edersiniz, biraz değişik bir insan, FORTRAN'ı sağolsun ilk kendisi sayesinde öğrenmiştim. Zeka fazla gelmiş, gözler pırıl pırıl... Gözlerine baksanız nerdeyse bakarak eşyaları yerinden kaldıracak zannedersiniz o derece yani...

Neyse, gerekli teçzihat sağdan soldan bulunuyor ve ilk FM vericisi hazır. Akşam yatakhanede büyük bir heyecanla ilk deneyler yapılıyor. Yatakhane koğuşundaki bir radyo, FM vericimizin frekansına ayarlanıyor ve mikrofonun başına arkadaşım geçip yan odadan test yayınına başlıyor. Eğlenceli şeyler anlatıyor, çocuklar gibi şeniz hatta teknik olarak hala çocuk yaşındayız... Arkadaşım laf arasında "Frankie, Frankie sesimi duyuyor musun?" diyor...

Gözümde Süha Yüzbaşı canlanıyor hemen... Kendisi bölük komutanı, diğer deyişle "sınıf subayı".. Özetle sayıca ikiyüzden fazla askeri öğrenciden sorumlu, şekil verici diyeyim. Mizacı ve yüz hatları biraz sert, lakabı da ordan geliyor. Ama hakkını yememek lazım, sahip olduğu otoriteye ve tüm hormonları dengesiz ikiyüzden fazla tazmanya canavarına rağmen kimseye fiske vurduğuna, küfür ettiğine tanık olmuşluğum yok. Sadece bir kere bir öğrencinin elinden eldivenini alıp, ortaçağ filmlerinde gördüğümüz düello sahnelerinin öncesindeki gibi, eldivenin parmak ucuyla, disiplinsizliği yapan kişinin yanağına dokunduğunu hatırlıyorum... Fiske vurmadan kontrol edebilmeyi başarırdı ve genel olarak herkesten sevgi ve saygı görürdü, biraz da tırsılırdı... Dili haylice sivriydi ve hata gördü mü bitmek tükenmek bilmeyen ceza talimleri ile "eğitir", siz orda son nefesi verme aşamasındayken dahi yüzündeki ifade değişmezdi. Tabii o zamanlar henüz Etienne De La Boetie'den haberdar olmadığım için bu tavrı kısmen hoşuma dahi giderdi... İlginç adamdı Süha Yüzbaşı... Örneğin bir arkadaşımız yatakhane banyolarındaki su borusu yardımıyla barfiks çekerek boruyu kırmıştı. Aynı gün ikiyüz öğrenciyi toplayıp hazırola geçirdi; herkes bağıracak çağıracak zannederken, son derece ciddi bir ses tonuyla "Size bir yalak yaptıracağım; hem yıkanın, hem debreşin!" dedi. Başka bir günde, nöbetçi subay görevini yerne getirirken Deniz Kuvvetleri Komutanı denetlemeye gelmeden önce tertemiz yapılan yemekhanede, önce tahta tokmağı eline aldı... Sessizliği sağlamak için tokmakla masaya vurdu ve 800 civarı öğrencinin kendisine pür dikkat kesilmesini sağladıktan sonra mikrofon vasıtasıyla "Masalardaki çiçekler süstür, yemeyiniz!" dedi.

İşte elektronik çılgını arkadaşımın FM vericiden "Frankie, Frankie sesimi duyuyor musun?" diyerek ulaşmaya çalıştığı zat-ı muhterem böyle bir insandı. Süha Yüzbaşı odasından çıktı ve "Yine ne var oğlum, yine ne var?" dedi. Arkadaşım ile hem gülerek, hem şaşkınlıkla hem korkuyla birbirimize baktık. İleri zekalı arkadaşım, radyo vericisine bir filtre takmamış. Yani bizim küçük verici tüm FM bandına yayın yapıyor, Süha Yüzbaşı da odasında radyo dinleyerek birşeyler okuyor.... Hemen toparlanıp Süha Yüzbaşı'nın yanına gittik, istifini hiç bozmadı, lakap meselesine de takılmadı, ne halt karıştırdığımızı merak etti anlattık, ceza da vermedi...

Compit kopyayı yer mi?

1987 yılı olsa gerek

Lise 1. sınıfta, bilgisayar programcılığı dersimiz var, BASIC öğreniyoruz... Dersimize aynı zamanda bize matematik dersi de veren,  lakabı "Compit" olan Rıfat Binbaşı giriyor... Rıfat Binbaşı, lakabını her harfine kadar hakeden, değişik bir insan. Misal ders anlatırken iki elinde iki ayrı tebeşir, aynı anda iki eliyle iki farklı formülün birini tahtanın soluna, diğerini sağına yazarken, bir yandan da ders anlatabiliyor. Kendisi bir matematik hayranı, ders kaynatmak isteyen haylazlardan birisi çözümü çok zor bir soruyu önceden araştırıp ders sırasında sordu mu, çözene kadar herşeyi unutup çözüme dalar gider... Ama gürültüyü farkederse de, kim gürültü çıkartıyorsa, sıranın altına girmiş bile olsa tebeşir ya da silgi, o kişiyi eğik atışla da olsa bulur. Kaçış mümkün değil. Normalde eğlenceli, ama aptallığa ve aşırı haylazlığa kesinlikle tahammülü yok ve sinirlenince sağı solu belli değil, kızdırıldıysa oradan mümkünse kendini farkettirmeden kaçmak lazım... Değişik insanların da değişik takıntıları oluyor. Hergün, dersliklere çıkarken kimbilir neler düşünüyor, hangi problemle uğraşıyor olmalı ki, haylazlar tarafından saygıyla karışık bir merakla gözlendiğinin farkında bile değil: Rıfat Binbaşı'nın bir alışkanlığı var... Merdivenlerden yukarı tırmanırken, sağ eli ile anahtarını trabzanın parmaklıklarına teker teker değdirerek çıkıyor ve adım gibi eminim ki o seslerin ritmi hoşuna gidiyor : "Tık, tık, tık, tık, tık, tık....". Bu gözlemi yapan cin fikirli arkadaşımız, hocamız gelmeden az önce ortada bir yerdeki tek parmaklığı söküyor, bütün haylazlar gizlenerek neler olacağını seyre koyuluyor: "Tık, tık, tık, sessizlik, tık, tık.". Rıfat Binbaşı'nın suratı değişiyor, geri geri merdivenlerden aşağı iniyor:  "Tık, tık, sessizlik, tık". Sonra hocamız büyük bir hışımla ve öfkeyle yakaladığı ilk kişiyi fırçalıyor, geri kalan hepimiz çil yavrusu gibi dağılıp kıs kıs gülüyoruz...

Olayların akışının beni çok sevdiğim hocamla karşı karşıya getirebileceğini hayatta düşünemezdim. Tüm boş zamanlarımı zaten okulun bilgisayar laboratuvarında geçirdiğim için, dersle ilgili bir kaygım yok, muhtemelen de karnemdeki en yüksek not olacak, diğer bütün derslerden gayet güzel kalacağım. Kısım arkadaşlarımın çoğunluğunun ise; programcılık ile arası iyi değil, soran olursa elden geldiğince yardım ediyorum.

Sınav zamanı geldi, gözetmen subay ise benim tanıdığım en nezaketli insanlardan, edebiyat öğretmenimiz Rüstem Üsteğmen. Sınav sırasında, Rüstem Üsteğmen, "ben çocuklarıma sonuna kadar güveniyorum, arkama bile bakmam" diyerek dışarı çıktı. Çıktı ama, olanlar oldu. O sırada herşey kendiliğinden gelişti, arkadaşlarımdan birisi önümdeki kağıdı kaptı. Ben "dur yapma, programcılıkta kopya çekebilmek için bile temellerini biliyor olman lazım!" dedim kısık sesle ama kendimi dinletemedim. Benim kağıt neredeyse tüm kısımı dolaştı. Ama ben gittikçe terleyerek "durun" demeye devam ettim. Çünkü satır numaraları olarak kendime asal sayıları seçmiştim ve değişken isimleri olarak da "x", "y" gibi çok kullanılan tercihler değil, uyduruyorum "Polaris", "Zenith" gibi otuz kişinin birden aynı anda aklına gelemeyecek tercihler yapmıştım. Dolayısıyla satır numaraları ve değişken adları kombinasyonunun tesadüfen iki kişide bile aynı olması imkansız. Sınav bitti, cevap kağıtları toplandı, ben de bittim.

Rıfat Binbaşı beni yanına çağırttı, ve haliyle kükredi. "Bütün bunlar senin başının altından çıktı değil mi? Bir de dalga geçmişsin, o satır numaraları, o değişken isimleri ne öyle?" Bir suçumun olmadığını anlatmaya çalıştım, hocamın beni zorlamasına rağmen kağıdı ilk kimin aldığını söylemedim. Sonuç, herkes geçti, hocam beni bıraktı.

15 Ocak 1980 Salı

Hipotenüs, dik kenarların karelerinin toplamına eşittir.

Tekirdağ 50. Yıl Ortaokulu, 1. sınıf zamanları , 1983 olsa gerek...

Sabahattin Hoca dört işlemi sınıfa öğrettikten sonra yaptığı sınavda, boş kağıtları çıkarttırıp ilk soruyu yazdırdı: "60 kilogram ağırlığında bir adam, 4 ayağı olan bir sandalyeye oturduğunda, sandalyenin ayağı başına kaç kilogramlık yük düşer?". Hınzırım ya, dayanamadım hemen karşı soruyu patlattım: "Öğretmenim, adamın ayakları yere değiyor mu, değmiyor mu?". Hocam gülümsedi ve sınıfta yükselmeye başlayan uğultuyu dindirerek "Gülmeyin çocuklar, yuri doğru bir soru sordu" diyerek konuyu izah etti ve adamın ayaklarının yere değmediği bir koşulu soruya ekleyerek tekrar sordu.

Başka bir günde ise; önceki derste giriş yaptığı üçgenler konusuna devam ediyor, şimdi de dik üçgenleri anlatacak... Tahtaya bir dik üçgen çizdi, dik açıyı anlattı, dik kenarları tarif etti.  Dik açının karşısındaki kenarın adının hipotenüs olduğunu söyledi. Sonra da tekrar tebeşiri eline alıp, dik kenarların yanına 3 ve 4, hipotenüsün yanına 5 yazdı. Elimi kaldırıp heyecanla "örtmenim! örtmenim!" diye bağırdım. "Yine ne var yuri?" diye hafiften kızarak bana seslendi. "Örtmenim, hiç dikkat ettiniz mi, dik kenarların karelerinin toplamı, hipotenüsün karesine eşit" dedim. Gözleri büyüdü, şaşkın bir ifade ile, "sen nereden biliyorsun bunu? Ders kitabından sonraki bölümleri mi okuyorsun?" diye sordu. "Hayır, örtmenim, bilmiyorum. Baktım, gördüm." dedim. Sabahattin hoca birşey demedi, gülümseyerek kafasını iki yana sallayarak konuyu anlatmaya devam etti.

2011 yılında Tekirdağ'a uğradığımda kendisini aradım, sokak sokak, "Sabahattin Malkaralı'yı tanıyor musunuz?" diye esnaflara sordum. Evini sonunda buldum, komşusu olan esnaf taşındığını söyledi ama yeni evini bilmiyormuş. Tekirdağlı biri okursa bir zahmet selamımı iletiversin.

Gözleri çakmak çakmak, kibar ve sevecen bir öğretmendi hocam... Sağolsun matematiği bana sevdiren ilk insandır. Türlü türlü anılarımız var, arada kızdırsam da çocuktum, o kadar olur, yüreği genişti hiç kızmadı hep gülümsedi haylazlıklarıma... Benim matemetik bilgim ise Pisagor teoreminden ileri gitmedi, orada kaldı. Çünkü bilgisayar programcısı oldum. Programcılık kolay, sadece dört işlem bilmek ve temel mantık yetiyor. Ama Pisagor teoreminden hala faydalanıyorum. Kendi boyuma göre yatak bulamadığımdan herkes soruyor, "nasıl sığıyorsun yatağa?" diye. Ben de, "Pisagor sağolsun!" diyorum.

Pisagor'u, Hippasus'u, Pisagor okulunun yakılmasını ve Hippasus'un irrasyonel sayıları keşfi yüzünden öldürülmesini bir araştırın derim. Antik çağın çalkantıları, felsefesi hatta linçleri bile bugüne bilgi taşıyor... Düşünsenize, biri felsefe okulu kurdu diye okulu içindeki insanlarla beraber yakılmış, aynı kişi ise; irrasyonel sayıları bulan öğrencisini "böyle birşey olamaz, doğruysa bile sır olarak kalmalı" diye boğdurtmuş. Boğan kişiler de düşünmeden bunu yapmış. Cem Yılmaz'ın esprisi var ya: "Aynı kaynım!"...

Biz ise günümüzde, irrasyonel sayıları neredeyse ilkokulda öğreneceğiz. En ufak bilgi kırıntısı bile ne kadar büyük acılarla elde edilmiş, değerini bilmek lazım...

1 Ocak 1980 Salı

Tabelalarla, şairlerle ve ideolojilerle ilk tanışma.

Yıl 1979-1980 civarı


Yaşım 6 filan. İlkokul bir henüz bitmiş. Teyzemin eşi astsubay, görev yeri Gemlik. Okullar tatil oldu, teyzemlere tatile gidecez, oh oh yeni keşifler diye sevinç içindeyim! Otobüste giderken tabelaları okumaya çalışıyorum, etrafı seyrediyorum. Otobüsün farları sağolsun, henüz gözler de zehir gibi; hiçbir şeyi kaçırmıyorum. Bir baktım bir tabela, “Gemliğe doğru denizi göreceksin, sakın şaşırma! Orhan Veli”, 3 saniye sonra da otobüs tepeyi aştığı gibi aniden karşına çıkan deniz. O yaşımda “Vay be!” dedim, yüzüme bir gülümseme yapıştı. Gerçekten şaşırdım. Sonra meydanda indik, bir baktım başka bir tabela. Bu seferki yüzlerce ampül ile yazılmış, ışıl ışıl parlıyor. Üzerinde -o kadar yıl geçtikten sonra doğru hatırlayabiliyorsam- “Tasarruf, Türk Milleti'nin en önemli faziletlerindendir.” gibi bir şey yazıyor. Allah'tan ilkokulda Atatürkçülük öğretiliyor da, "fazilet" gibi bir kelimenin o yaşta manasını bilebiliyorsun. Okul duvarlarındaki panoları, hitabeleri filan kimse okumaz zannetmeyin. Ben meraklıydım, hem okur hem bilmediğim kelimeleri sora sora öğrenirdim. Ne demişler, "sora sora Bağdat bulunur" ve "Aşığa Bağdat sorulmaz"...

Neyse... Orhan Veli'ye şaşırmam bir şey değilmiş, dondum kaldım hem şaşkınım hem bacak kadar boyumla gülüyorum ve işaret parmağımla ışıl ışıl tabelayı gösteriyorum. İçimden "yahu kimse etrafına bakmıyor mu, tabelalarda ne yazdığını okumuyor mu?" diye geçiyor ama nafile.. Teyzem kolumdan çekiştirip neye gülüyor bu velet deyip götürüyor beni. Tabii yıllar sonra böyle büyük bir şairin, belediyenin açıp kapatmadığı çukura düşüp sonrasında bu yüzden ölmesini öğrenmek şaşırtmıyor beni, yeterince şaşırarak büyümekten...