1 Şubat 1980 Cuma

Compit kopyayı yer mi?

1987 yılı olsa gerek

Lise 1. sınıfta, bilgisayar programcılığı dersimiz var, BASIC öğreniyoruz... Dersimize aynı zamanda bize matematik dersi de veren,  lakabı "Compit" olan Rıfat Binbaşı giriyor... Rıfat Binbaşı, lakabını her harfine kadar hakeden, değişik bir insan. Misal ders anlatırken iki elinde iki ayrı tebeşir, aynı anda iki eliyle iki farklı formülün birini tahtanın soluna, diğerini sağına yazarken, bir yandan da ders anlatabiliyor. Kendisi bir matematik hayranı, ders kaynatmak isteyen haylazlardan birisi çözümü çok zor bir soruyu önceden araştırıp ders sırasında sordu mu, çözene kadar herşeyi unutup çözüme dalar gider... Ama gürültüyü farkederse de, kim gürültü çıkartıyorsa, sıranın altına girmiş bile olsa tebeşir ya da silgi, o kişiyi eğik atışla da olsa bulur. Kaçış mümkün değil. Normalde eğlenceli, ama aptallığa ve aşırı haylazlığa kesinlikle tahammülü yok ve sinirlenince sağı solu belli değil, kızdırıldıysa oradan mümkünse kendini farkettirmeden kaçmak lazım... Değişik insanların da değişik takıntıları oluyor. Hergün, dersliklere çıkarken kimbilir neler düşünüyor, hangi problemle uğraşıyor olmalı ki, haylazlar tarafından saygıyla karışık bir merakla gözlendiğinin farkında bile değil: Rıfat Binbaşı'nın bir alışkanlığı var... Merdivenlerden yukarı tırmanırken, sağ eli ile anahtarını trabzanın parmaklıklarına teker teker değdirerek çıkıyor ve adım gibi eminim ki o seslerin ritmi hoşuna gidiyor : "Tık, tık, tık, tık, tık, tık....". Bu gözlemi yapan cin fikirli arkadaşımız, hocamız gelmeden az önce ortada bir yerdeki tek parmaklığı söküyor, bütün haylazlar gizlenerek neler olacağını seyre koyuluyor: "Tık, tık, tık, sessizlik, tık, tık.". Rıfat Binbaşı'nın suratı değişiyor, geri geri merdivenlerden aşağı iniyor:  "Tık, tık, sessizlik, tık". Sonra hocamız büyük bir hışımla ve öfkeyle yakaladığı ilk kişiyi fırçalıyor, geri kalan hepimiz çil yavrusu gibi dağılıp kıs kıs gülüyoruz...

Olayların akışının beni çok sevdiğim hocamla karşı karşıya getirebileceğini hayatta düşünemezdim. Tüm boş zamanlarımı zaten okulun bilgisayar laboratuvarında geçirdiğim için, dersle ilgili bir kaygım yok, muhtemelen de karnemdeki en yüksek not olacak, diğer bütün derslerden gayet güzel kalacağım. Kısım arkadaşlarımın çoğunluğunun ise; programcılık ile arası iyi değil, soran olursa elden geldiğince yardım ediyorum.

Sınav zamanı geldi, gözetmen subay ise benim tanıdığım en nezaketli insanlardan, edebiyat öğretmenimiz Rüstem Üsteğmen. Sınav sırasında, Rüstem Üsteğmen, "ben çocuklarıma sonuna kadar güveniyorum, arkama bile bakmam" diyerek dışarı çıktı. Çıktı ama, olanlar oldu. O sırada herşey kendiliğinden gelişti, arkadaşlarımdan birisi önümdeki kağıdı kaptı. Ben "dur yapma, programcılıkta kopya çekebilmek için bile temellerini biliyor olman lazım!" dedim kısık sesle ama kendimi dinletemedim. Benim kağıt neredeyse tüm kısımı dolaştı. Ama ben gittikçe terleyerek "durun" demeye devam ettim. Çünkü satır numaraları olarak kendime asal sayıları seçmiştim ve değişken isimleri olarak da "x", "y" gibi çok kullanılan tercihler değil, uyduruyorum "Polaris", "Zenith" gibi otuz kişinin birden aynı anda aklına gelemeyecek tercihler yapmıştım. Dolayısıyla satır numaraları ve değişken adları kombinasyonunun tesadüfen iki kişide bile aynı olması imkansız. Sınav bitti, cevap kağıtları toplandı, ben de bittim.

Rıfat Binbaşı beni yanına çağırttı, ve haliyle kükredi. "Bütün bunlar senin başının altından çıktı değil mi? Bir de dalga geçmişsin, o satır numaraları, o değişken isimleri ne öyle?" Bir suçumun olmadığını anlatmaya çalıştım, hocamın beni zorlamasına rağmen kağıdı ilk kimin aldığını söylemedim. Sonuç, herkes geçti, hocam beni bıraktı.