17 Haziran 2012 Pazar

Gölge et başka ihsan istemem

Haziran ayının sanırım ikinci yarısında bir gün....

Geçen yıl sevdiceğin gazı ile Şubat ayında eğlenceli bir hikaye ile ilk kez denize girdik ama bu yaz henüz hiç denize gitmemiştik. Açılışı yapalım dedik ve kafamıza da güneş geçmesin diye akşamüstü 6 gibi yola çıktık. Yol alt tarafı altı-yedi kilometre, 3 kilometresi asfalt, ama toprak yol yer yer yarım metre derinliği bulan çukurlar ve kum tepeleri ile dolu... Çukurlar sevgili Sabancı ailesinden yadigar... Sağolsunlar parayla gaspettikleri kültürel varlığı konuta dönüştürürken, kolum kalınlığında elektrik kabloları döşediler ve koca kamyonları ile yolu delik deşik ettiler. Ama haklarını yememek lazım, yurtdışında izleyicisi çok olan canavar kamyon yarışlarını Ayvalık'a bedelsiz getirerek halka hizmet de ettiler. Artık şantiye şefi kamyon şöförlerine "burası tabakhane, yetişecek bok var" talimatı filan mı verdi bilmiyorum, iki yıl boyunca bolca tozlarını yuttuk. Ayvalıklıların ve Cundalıların aynı yolda, toz kaldırıp rahatsız etmeyelim diye birilerini gördüğünde yavaşlaması ne kadar insanca ise, devasa bir sürü kamyonun son sürat toprak yolda üstünüze gelmesi üstelik el kol hareketi, selektör gibi uyaranları "daha fazla toz ve korku mu istiyorsun?" diye anlayıp gaza abanıp dibinizden süratle geçmesi o kadar düşmancaydı... Plazalarda beyaz yakalıları afili mekanlarda oryantasyona sokmaya benzemiyor elbette; kamyon şöförlerine "insan gibi sür" demek, Sabancı da haklı tabii kendince...  Üstüne belediyenin yol kenarlarına döktüğü kumlar da kaymaklı ekmek kadayıfı olmuş... Bu yıl açılışı yapılan Zeytin Müzesi için gelen Midilli valisi, Balıkesir valisi ve milletvekillerine rezil olmamak amaçlı olsa gerek; belediye utancından yol kenarlarına "çalışıyoruz" izlenimi vermek için döktüğü ama asla dokunmadığı kum tepeleri ile adrenalin bağımlıları için pist hazırlamıştı. Biz iki ayarsız değerini bilemedik tabii. Fakat bizim aradığımız adrenalin dolu bir off-road macerası değil, sadece o güzelim koyda içimiz dışımıza çıkmadan yol alabilmekti...

Neyse.... Paramız olmadığı için "birinci deniz beyi"nin mekanını geçtik, "ikinci deniz beyi"nin mekanına gelmeden önceki arada boş bulduğumuz bir yerde durduk. Birinci deniz beyinin mekanı iki sene önce oturduğumuz plastik masa ve dandik şemsiye için 20 lira istemişti, ikinci deniz beyinin mekanı da zaten ödeyemeyeceğimiz kadar pahalıydı... "Oh ne ala memleket, dere beyleri akarsuyun başını tutmuş, suyu satıyor, fabrikaları ve madenleri ile kirletiyor, baraj yapıyor, halkı susuz bırakıyor ya da zehirli suya mahkum ediyor... Deniz beyleri de kıyıları tutmuş, devlet göstermelik kıyı kanununu bile uygulayamıyor, burası benim diyen, sanki o doğa güzelliğini kendisi yaratmış gibi, kafasına göre dandik bi şemsiyenin gölgesini satıyor" diye düşündüm... Devlet zanneder ki ben hep ters bir insanım. İskender gelse bir gün "Gölge etme başka ihsan istemem" değil, "Gölge et başka ihsan istemem" diyeceğim kafamıza güneş geçmesin diye, ama yine de çekiniyor gelmeye... Böyle dalgın dalgın düşünürken bir baktım sevdiceğin beti benzi attı ve midesinin bulandığını söyledi. Bozuk yoldan ve sıcaktan olduğunu düşünerek "denize girelim, serinlersen belki iyi gelir" dedim ve azcık deniz içinde ilerledik, sevdicek midesinde ne varsa boşalttı, ve hem ağzından hem burnundan kan gelmeye başladı. Hemen kıyıya döndük sevdicek yere yığıldı, kendinden geçti... Telaştan ne yapacağımı şaşırdım. İkinci deniz beyine gittim ve durumu anlatarak motorsiklet ile baygın sevdiceği götüreyemeceğimi söyleyerek yardım talep ettim ve bir arkadaşımızı arayarak değirmenin oraya arabasıyla gelmesini rica ettim. Deniz beyi vicdanlı insanmış, bir çalışanına söyledi ve araba ile sevdiceği değirmenin olduğu kavşağa kadar bıraktı çalışan... Otobüs durağının yanında indik, bizi bırakan adama teşekkür ediyordum ki, sevdicek kaldırım kenarında yere yığıldı tekrar... Hemen o sırada bir araç durdu ve iki kişi indi, "biz jandarmayız, kaza mı oldu? İsterseniz hastaneye bırakalım" dediler. "Güneş çarptı sanırım, arkadaşımız arabasıyla gelmek üzere, teşekkür ederim" dedim, o esnada arkadaşımız geldi. Alelacele hastaneye yetiştik.

 Acil servis, geçen seferki maceramıza göre biraz daha iyi durumdaydı, gözetim altına alınan kişiler için bir oda daha açılmıştı, nispeten temizdi ve çalışanlar güleryüzlü idi. Şaşırdım... Kayıt yaptırırken, bir sosyal güvencemiz olmadığı ortaya çıktı, şaşırmadım. İşsizlik sigortamın olduğunu anlattım, bana bir kağıt imzalattılar ve yarın muhakkak SGK'dan bu kağıdı götürüp başka bir kağıt almam gerektiğini tembih ettiler, zaten imzaladığım kağıtta aksi halde tüm masrafları karşılamam gerektiği yazıyordu. Sinirim bozuldu ama önemsemedim...

 Doktor ile sohbet ederken, sevdiceğin sıcağa ve güneşe hassas olduğunu, özellikle yazları çabuk yorulduğunu anlatıp "neden olabilir?" diye sordum, psikolojik olabileceğini söyledi... "Tamam tüm Ayvalık bizi deli diye biliyor ama güneş de psikolojimizi bozmuyor ki, delileri güneş hiç mi çarpmaz?" diye düşündüm ama bu sefer arıza yaşamadan şurdan çıkalım diye içimde tuttum yine... Çok az vakit geçtikten sonra Ayvalık'tan tanıştığım bir veteriner, arkadaşını getirdi, yatağa yatırıp oksijen verip serum bağladılar. Sonra öğrendim ki, stres yaşadığında kalbinin ritmi bozuluyormuş. Doktor da, psikolojik diye ilgilenmemiş. Yaşadığım ülkeden tekrar utandım. "Önüne gelen psikiyatrist olmuş. Sebep ne olursa olsun, kalbinin ritmi bozulmuşsa, burası acil servis değil mi?... Senin işin hastayı gözetim altında tutmak ve problemi gidermek değil mi?" diye düşündüm... O sırada sinirli arkadaş vücüduna bağlı hortumları söktü ve söylenerek gitti.

Bir kaç saat içinde sevdicek kendine geldi, güleryüzlü hemşireye teşekkür ettik ve eve döndük..