14 Nisan 2012 Cumartesi

Ay Işığı Manastırı'nı üçüncü ziyaret

Sabah, kurduğum saatin sesi ile uyandım ve çevik haraketlerle giyindim. Ay Işığı Manastırı açılış kokteyline geç kalmamak için acele ederek heyecanlı ve hızlı adımlarla yokuştan aşağı indim... Pastaneden üç poğaça alıp Taş Kahve'ye oturdum ve bir duble çay söyledim. Bir yandan gazete okurken, yavaş yavaş gelen konukları ve hazırlıkları seyre daldım. Öğrencilik yıllarında, yeni bir sosyal çevreye girmek isteyen çömez birinci sınıf taktiğini uygulayarak, okumakta olduğum bir kitabı, oturduğum masanın biraz uç bir köşesine, gelen geçenin dikkatini çekecek bir pozisyonda "Aaaa, ne okuyorsunuz, bakabilir miyim?" diyerek tanışmak isteyen birisi çıkarsa,  "bilinçaltımın derinliklerinde biryerlerde olan sınıf atlama hayalimi, bir anlığına bile olsa belki tatmin etmek için fırsat çıkar" diye düşünerek bıraktım.

Dakikalar ilerledikçe, gelen "ünlü" sayısı artmaya başladı. Gayet nezih ve samimi bir ortam, insanlar birbirine "Rahmi'ciğim de geldi", "Halis henüz gelmedi mi?", "Güler şurada" gibi ilk isimleriyle hitap ediyor... İnsanın elbette katılası, kaynaşası geliyor sohbetlere, ama bu sosyal cemiyetin önceden tanışık olduğu açıktı ve aralarına yeni birisini almakta biraz dirençli gözüküyordu... Ben de "önce nasıl bir topluluk öğrenmek, gözlemek gerekli" diye düşünüp, arada yeni gelen konuklara gülümseyerek "merhaba" dedim ve iletişim kurmaya çalıştım. Kimse benimle ilgilenmedi... "Demek ki yanlış bir yöntem izliyorum" diye düşündüm. O sırada cemiyetin bir kısmını tanıdığı belli olan bir adam, bir kadına, "şimdi Rahmi Bey'in yanına gidiyorum, fotoğrafımızı çekmeyi unutma" diye tembih etti. Cemiyete kabulde bayağı bir yol almak gerektiğini anladım...

Etrafta neredeyse davetliden fazla polis olması, davet sahiplerinin de dikkatini çekmiş olmalı ki, organizasyondan birisi başka bir çalışana "üniformalı polisleri başka yere alalım, sadece siviller kalsın" diye direktif verdi. "Zengin olmak güzel şey, kafana göre istediğin kadar polis çağır.. Görüntüyü bozuyorsa, ihtiyaç halinde tekrar ulaşılabilecek yakınlıkta başka bir yere naklet, polis gibi gözükmeyen polisleri ise seçkin davetlilerin göz zevki bozulmasın ama kendilerini tedirgin de hissetmesinler diye aralara serpiştir. Oh beybi!" diye düşünerek, içerideki kitap tanıtımına bir göz atayım dedim. Aryan ırkı teğet geçerek de olsa andıran dış görünüşüm ve dışımı olmasa da içimi zengin göstermeyi hedefleyen gülümsemem; dikkat çekmeden içeri girmeme yardımcı oldu. Kitabımı göğüs hizasında tutup, "belki bu sefer dikkat çekebilirim" umuduyla o mahşeri ve neşeli kalabalığın içinde kıvrak hareketlerle  tuvalete doğru ilerledim. Geri dönerken "olur da tekne ile kokteyle katılmayı başaramazsam, bari bir kitap alayım"  diye önkayıt masasına yöneldim. Masa yakınlarında oturan birisine "bir kitap alabilir miyim?" diye sordum, davetliymiş yüzü asıldı ve çalışanı gösterdi. En kibar halimle masadaki görevliye soruyu tekrarladım. "Kitapları kokteyl sonrasında dağıtacağız zaten" dedi. Ben "şimdi alayım mümkünse" dedim. Kitabı biraz şaşkınlıkla uzattı ve "hangi şirkettensiniz?" diye sordu. "Henüz bir şirketim yok ama birgün belki ben de kurarım işimi" dedim. Peki ne diye kayıt edeyim sizi? Halktan biri misiniz?" diye sordu insan sarrafı görevli. "Kendini halktan ayıran bir seçkinler grubu... Bu aşamadan sonrası için sosyolog lazım aslında. Ama bu fikrimi şimdilik kendime saklayayım, fazla dikkat çekmemek lazım" diye düşünürek, biraz eğlenmek için "filozof yazabilirsiniz" dedim. Karşılıklı gülüştük... Nezaketli olduğunu gözlemlediğim bir adama doğru yanaştım, ortaya çıkıp ne güzel işler yaptıklarını anlatmaya başlayan başka bir adamı dinlemeye başladım. Manastırın restorasyon sürecini, Ayvalık ve tanıtım için önemini anlattı ve manastırın ayın bazı günlerinde halk tarafından ziyaret edilebileceğini söyledi. Bu sözü arada kaynamasın ve bir ihtimal topluluğa katılma isteğimi doğrudan muhattaplarına belirtirsem belki dürüstlük işe yarar düşüncesiyle sözünü kestim ve "Yani şimdi istersem ben de sizinle açılışa gelebir miyim?" diye sordum. Sadece bir soruyla etrafımı iki saniyede kallavi abiler sardı, tüm gözler bana doğru çevrildi ve kalabalıktan bir uğultu yükseldi. Yanına yanaşmış olduğum adam bana dönüp o tedirgin ruh haline rağmen kabalık yapmadan, "niye konuşan insanın sözünü kesiyorsun?" diye sordu. "Bahsettiği konu üzerine doğru anlamak için soru sordum" dedim. Bu sırada başka biri yanaşıp "bu özel bir davet" dedi. "Ben de kendimi özel hissediyorum belki" diyecektim ki, kallavi abiler sert bakınca vazgeçtim. Bir tanesi koluma girip "benimle dışarı gelsene az" dedi. "Ben burada iyiyim, neler diyorlar anlamak istiyorum" dedim. "Ben polisim, dışarı gel" dedi. Bu tür cemiyetlerin huzursuzluğu sevmediğini ve tragedya sahnesinde arbede olamayacağını bildiğimden azcık sesimi yükselterek "yahu birşey yapmıyorum ki, dinliyorum sadece, sıkılınca kendim dışarı çıkarım" dedim. Nezaketine güvendiğim insan, polise yönelerek "tamam, tamam" dedi, bana yönelerek de "tamam elbette gelebilirsin" dedi. "Söz mü?" diye sordum, "söz" dedi. Bunun üzerine sigara içmek için dışarda eşyalarımı bıraktığım masaya gittim...

Tanıtım bitince, topluluk yavaş yavaş Taş Kahve'den, kiralanan tekneye ulaşmak için iskeleye doğru yürümeye başladı. Söz aldığım adamı görünce fırladım, "sözünüzü tutacaksınız değil mi?" diye sordum. "Elbette" diye cevap verdi tanıştık, adı "Ahmet" imiş. Ahmet'ten fazla uzaklaşmamaya çabalayarak topluluğa katıldım. İki sivil polis yanıma yanaştı ve "sen gel biraz kenara, biraz konuşucaz" dedi. Ben de "Niye ki? Geziye davet edildim, isterseniz Ahmet Bey'e sorun" diyerek kendisini parmağımla gösterdim. Ahmet polise "tamam sorun yok" dedi. Beraberce tekneye ilerledik. Teknede tanıdığım ve teknik olarak ait olduğum sosyal çevreden birisi vardı, kendisi diğer habercilerle en arka sırada oturmayı tercih etti. Ben de yeni bir sosyal çevreyle tanışabilirim umuduyla tek başıma tam ortadaki boş bir oturma grubuna çöktüm. Hemen ardından yanıma polisler ve özel korumalar cancanlı gözlükleriyle oturup beni süzmeye başladı. Ben de gözlüğümü takıp gülümseyerek iade-i bakış attım. Birkaç dakika böyle geçti, sonra tüm davetliler yavaş yavaş tekneye bindi. Sahili seyrederken, organizasyondan birileri polis ve korumalara birşey söylemek için yanına çağırdı, tam o sırada bütün yerler yavaş yavaş dolduğu için yanımdaki boş yerlere iki çift oturdu. Kitabımı tekrar masaya koydum ve sohbetin açılmasını bekledim. Tekne yavaşça iskeleden ayrılırken, her masadan gelen çeşitli konuları tartışan sesler birbirine karışmaya, sohbetler koyulaşmaya başladı.

Yanımdaki çiftten erkek olanı, 40 yıllık Ayvalıklı olduğunu anlatıyordu, eski yetiştirme yurdunun önünden geçerken, yeni yapılan yapıyı da göstererek "Şu güzelim yeri restore etmek varken, neden bu çirkin binayı yapmışlar ki?" dedi. Hemfikir olduğumuzu belirtmek için gülümseyerek kafamı salladım. Biraz sonra da özensizce inşa edilen siteleri göstererek, "hele şunlara bak, tek bir ağaç yok etraflarında" dedi. "Hah, mevzuya girebilirim artık" diye düşünerek, "Ay Işığı Manastırı'na da yol açılırken bir sürü ağaç kesildi, üstelik orası SİT alanı. SİT alanlarından ne bir fidan sökebilirsiniz, ne de oraya yeni bir fidan ekebilirsiniz. " dedim. Biraz sessizlik oldu ve ardından güzel bir tartışma başladı. "Orası harabeydi, bak şimdi ne güzel oldu" dedi. Ben de "Harabeyken en azından içeri girebiliyorduk... Restorasyon olumlu, ama orası ancak müze olarak kullanılabilir, şimdiki sahibi de ancak müzenin bir çalışanı olursa orada konaklayabilir." dedim ve "Çevresi geniştir, müzede kesin kendine iş bulur" diye içimden geçirerek bir "of" çektim. Parmağım tepedeki restore edilmiş değirmeni göstererek, "buna da karşıyım ama bu aile en azından, mekanı halka herzaman açık bir hale getirmiş, kütüphane yapmış" dedim. Hayretle gözlerime baktı, karşıtlığıma takıldı. "Burada yaşayan insanlarının çoğunluğunun bir çaya 4-5 lira veremeyeceğini, sohbetler arasında duyduğum şikayetleri,dertlenmeleri nasıl anlatabilirim ki" diye düşündüm ve sosyal konumu itibari ile anlayamayacağını bildiğimden vazgeçtim. "Buraya taşınalı 8 yıl oldu, ben de en az sizin kadar karış karış heryerini bilirim. Ne cevherler, ne mükemmel tarihi yerler var ama anlatmam. Tüm alıcılar nasılolsa burada, yanlışlıkla gizli mekanları farkettirmeyeyim" diyerek konuyu değiştirdim.  Karşımdaki çift, nerede oturduğumu sordu, tarif ettim. "Aynı sokakta biz de bir yer aldık" dediler. Sohbet ilerledikçe kapı komşusu olduğumuzu anladık, bir ay sonra inşaatın biteceğini ve geleceklerini söylediler. Bu hoş tesadüf tedirginliğimi nispeten azalttı... Aklıma, kuyu kazmak için getirdikleri o aletin çıkardığı inanılmaz gürültü yüzünden iki hafta yazın sıcağında tüm kapı pencereyi kapatıp ter içinde çalışma zorunluluğum geldi. "Eskiden inşaatlar üstüne en azından çevreye verdiğimiz rahatsızlık için özür dileriz yazarlardı, çamaşır asılı iken toz kaldırmazdı insanlar ya da kapıyı çalıp uyarırlardı" demek geldi ama ilk günden komşularımla papaz olmamak adına, "Filler tepişirken çimenler ezilir" diye düşünerek içimde tuttum. Komşuma "Sizin aileden birisiyle yüzyüze tanışmıştım" diyerek sohbeti hafifletmek istedim. Şaşırarak "kiminle?" diye sordular. Söyledim, erkek olanı, gülümseyerek "O benim kardeşim" dedi. "Savaş karşıtı faaliyetler içindeyken, sunduğu radyo programına İsrailli bir vicdani retçi ile beraber konuk olmuştum. Ama radyo programında konuyu sadece İsraille sınırlı tutmuşlardı. Ben de İsrailli arkadaşımı önceden uyarmıştım, o da kendisi İngilizce olarak konuyu açınca, mecburen konuşulmuştu" dedim. Gülümsedik...Sonra da aynı manzarayı paylaşacağımızı belirttikten sonra, manzaramın akşamları berbat olduğunu söyledim. "Ay Işığı Manastırı'nı satın alan aile, Hakkı Bey Yarımadası'nda içinde küçük bir kalıntı olan başka bir arazi daha satın alıp, oraya kanunen suç olmasına rağmen kocaman bir yapı inşa etti. Şimdi akşamları bir görmemişlik örneği gibi koca SİT alanı ışıl ışıl. Madem tanıyorsunuz, söndürsünler o ampülleri" dedim. Aklıma Can Yücel'in boğazda rakı içerken "Manzara değil, ampül seyrediyorsunuz ampül!" diye dostlarına kızması geldi... "Belediye başkanını tanıyorsanız, bu aile gibi belediyeye hibe edecek iki milyon liram yok ama cebimde iki lira var, ben de Tımarhane Burnu'nu istiyorum, ismi bana yakışır" dedim. Sonra da Patricia'da kendi arazisine bir kulübe kurduğu için on yıldan fazladır onbeş kez davalarda sürünen Zeki'nin durumunu anlattım. "Hani adalet?" diye sordum.

Tekne manastıra vardı.  İskelede konukları karşılamak için binbir telaş, kıyafetler çok şık, koşuşturma had safhada. "Vay be!" dedim. Yol arkadaşlarım kalkmak üzereyken "Bir blog yazıyorum, okumak ister misiniz?" diyerek adresini vermek istedim, ilgilenmediler. "Bari ben de kalkayım" diye düşünürken yanıma dört kallavi abi oturdu. İlerlemeye çalıştım, kallavi abilerden biri "otur yerine konuşalım biraz" dedi. Ben de "yahu davete katılacaktım" dedim. "Seninle iletişim kurmaya çalışıyorum" dedi. Ben de, "yahu ben de yeni tanıştığım insanlarla iletişim kurmaya çalışıyorum, hem bak bir tanesi de kapı komşum çıktı" dedim. Komşuma ismiyle seslendim, kafasını çevirip bir baktı ve yoluna devam etti. Polisin kibar iletişim çabasını geri çevirmek doğru olmaz diyerek, kitabımı gösterdim. "Bak dedim, Tragedya'nın Doğuşu... Hemen karşısı da İda dağı... Zeus'un, Hera'nın mekanı... Tragedya, Nietzche'ye göre Apollon-Dionysos çatışmasından doğmuştur" dedim. "Heryerde bir karşıt olması lazım, ama bak bu topluklukta herkes benzer, farklı bi tek ben vardım" dedim. Derdimi anlamadı... Ahmet Bey geldi, canım Ahmet Bey.. "Yuri seni zodyak botla mı araçla mı gönderelim geriye" dedi. Aklım kokteylde kaldı.. Daha içip açılacak, klasik müzik eşliğinde bu toprakların seçkinleri ile siyaset, felsefe, adalet, hukuk gibi konularda bir elimde kadeh tartışacaktım. "Olmuyormuş, buraya kadarmış" diye düşünerek yürüyerek dönmektense teklifi kabul edeyim dedim. Son bir kez manastıra bakıp, "bir dahaki sefere" diye iç geçirerek Ahmet Bey ve kallavi abiler eşliğinde çıkış kapısına doğru yürüdük, o esnada telefon numaramı mülk sahibine iletmesi için Ahmet Bey'e verdim... Ahmet Bey, "Bak seni 4x4 araçla gönderiyorum" dedi. Uzatılan elma şekerini kabul ettim ve "Sağolasın, kendi aracım vardı. Sen ne nezaketli bir güvenlik görevlisiymişsin. Darısı öğrencinin, işçinin, memurun başına. Hakkını arayana genelde böyle davranmıyorlar" dedim. Ahmet Bey gülerek, "ben sosyete polisiyim" dedi.

Başka iki kallavi abiyle beraber 4x4 ile dönüş yoluna koyulduk. Yolda, "seni toprak yolun bittiği yerde bırakalım" diye teklif ettiler. "Valla Ahmet Bey, nereye istersen bırakacaklar diye söz verdi" dedim. Bir kaç kilometre sonra, takım elbisesini giymiş, toprak yolda yürüyen birini gördük. Kallavi abiler, sırıtarak ve laf arasında deli olduğunu ima ederek "Herhalde bu da açılışa geliyordur" dedi. İçimden "Bütün iktidar sahipleri bir araya toplanmış, kafalarına göre eğlenip nezih bir ortamda güle oynaya itilip kakılma tedirginliği olmadan rahatça konuşunca akıllı oluyor da bir biz mi deliyiz?" demek geçti ama, "bu kadar aksiyon yeter" diyerek etrafı seyretmeye koyuldum...